BBC ekranlarında bir söyleşi. 30 yaşına kadar geleneksel bir ev kadını, eş ve anne olarak yaşayan, otuzundan sonra hızla roman yazmaya başlayan, üstelik onca tür arasında vampir romanları kaleme alan Stephanie Meyers ile yapılmış.
Şu anda sinemaya da uyarlanan son romanından bahsediyorlar. Ve spiker böyle güler yüzlü, yumuşak, sakin ve mütevazı bir genç kadının nasıl olup da kanlı maceralı vampir romanları yazdığını sormadan edemiyor. Yazar ile yazı arasındaki çarpıcı farka bir örnek daha.
Bizde birebir karşılığı olmayan ancak Batı edebiyatı içinde başlı başına bir tarihçesi olan bir edebi türden söz etmek istiyorum bu hafta: Vampir romanları. Bugün son derece popüler olan ve sinema ile edebiyatın en tutulan kesişim sahalarından birini oluşturan bu romanların geçmişi aslında 18. yüzyıl başlarına kadar uzanıyor. O kadar eski. Bilhassa 1720 ve 1730’larda neredeyse tüm Avrupa’da bir vampir merakıdır gırla gidiyor. İlk romanlar o dönemin ürünü. Ancak tüm bu söylenceleri ve vampir kültürünü edebiyata taşıyan en önemli isim Goethe. 1797 senesinde yayınlanan Corinthin Gelini adlı kitabında mezardan çıkarak nişanlısını arayan bir genç kadının hikâyesini anlatıyor. Bir öte dünyadan söz ediyor Goethe. Yaşadığımız dünyanın ötesinde ama aynı zamanda altında kalan bir başka evrenden. Ve yarı orada yarı burada olan, arafta kalan yaratıklardan. Bugün hepimize az biraz tanıdık gelen, popüler kültürün temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp önümüze sürdüğü, onlarca filme, romana ve hikâyeye esin olacak bu temanın fikir babası Goethe’den başkası değil kısacası.
Erken vampir romanları o bildik kan içme temasının aktarımından ibaret değil. Aynı zamanda içlerinde şaşırtıcı ölçülerde tarih, dinler tarihi ve din felsefesine dair bilgiler, sorgulamalar var. 18. yüzyıl romanları Aydınlanma’nın da etkisiyle akıl ile inancı, bilim ile batıl inançları kıyaslayan dokulara sahip. Hatta dönemine göre oldukça ileri giden, Hıristiyanlıkla paganlığı kıyaslayan, kilisenin gündelik yaşamdaki hakimiyetini sorgulayan vampir romanlarının sayısı azımsanacak gibi değil.
19. yüzyıla gelindiğinde vampir kültürünü edebiyata taşıyan isim bir başka ünlü edebiyatçı, Lord Byron. Ve bu sefer bizleri de ilgilendiren bir tema, Oryantalizm giriyor işin içine. Bir önceki yüzyıldan farklı olarak artık sadece ölüm-yaşam-sonsuzluk gibi temel felsefi kavramları sorgulamıyor vampir edebiyatı, aynı zamanda Doğu-Batı ikilemini ele alıyor. Lord Byron’un bilhassa Arnavutluk merakı, Arnavutluk üzerinden Balkanlar’a, oradan Doğu’ya duyduğu ilgi şiirlerine sızıyor. Tabii bilinen en önemli örnek Drakula. Gerçek bir şahsiyetten, 15. yüzyılda Romanya’da yaşamış bir aristokratın hikâyesinden etkilenerek geliştirilen Drakula teması herhalde edebiyatın ve sinemanın en ölümsüz, zamana en çok direnen teması olmaya aday.
Başlangıcından bugüne vampir romanlarının bir ayağı ucuz, basmakalıp bir söylem üretiyor. Gerek sinemada gerek edebiyatta bunun karşılığı klişeler, defalarca kullanılmış temalar, kanlı sahneler... Ancak yaslandığı bir başka ayak daha var bu türün. Felsefeden, tarihten, folklordan, sanat tarihinden, dinler tarihinden ve din felsefesinden demini alan ve beslenen entelektüel bir damar bu. Ve bu damar sayesindedir ki vampir romanlarını elimizin tersiyle itip ucuz kitaplar addedemiyoruz, kolaylıkla genelleyemiyoruz.
24.08.2008