Lohusalığın ilk kırk gününe azami dikkat sarf eder eskiler. Anne adayının aklı oyunlar oynar bu dönemde. Belki de bu yüzden bir yanımın bir yanıma söz geçiremediği günler. Üç haftalık lohusayım ama nasıl bir roman yazma arzusu geldi oturdu içime.
Halbuki bu hafta bebek bakıyorum, emzik, biberon, bezler derken romana ayıracak ne vaktim var ne takatim. Sen misin böyle düşünen? Sen misin yazmayı erteleyen öteleyen? Hınzır bir yazma arzusu kasıp kavuruyor bünyemi. Böyle bir şey edebiyat, akıl dışı bir merak, takıntılı bir tutku, en olmadık zamanlarda yakalayıveriyor sizi en zayıf yerinizden. Bağımlılık bu. Pat diye bırakamıyorsun yazıyı. Sen bıraksan bile o seni bırakmıyor. Olmadık yerlerde, olmadık anlarda karakterler şekilleniyor zihnimde. Beynim benden habersiz kurgular yapıyor adeta.
Bursa’dan yazan bir okur sormuş: ‘Roman yazmak mı daha zor çocuk bakmak mı?’ İki cevabı var bu sorunun. Birincisi nazik, teorik, makul, aklı başında cevap. Öteki ise harbi cevap. İlk cevaba göre: “Elbette bu ikisi birbirinden tamamen farklı şeyler, tabii ki ikisinin de kendine göre zorlukları, talepleri, yükümlülükleri ve ritmi var.” İkinci cevap çok daha kısa: “Aman, kıyaslamam bile. Tabii ki çocuk bakmak daha zor.”
Türk edebiyatının kuşak kuşak erkek romancılarının ve erkek eleştirmenlerinin birebir tecrübe etmediği bir ikilem bu. Sadece bizde değil tüm dünyada. Yanlış anlaşılmasın, erkek yazarların da babalık tecrübesinden etkilendiklerine, bu süreçten çok şey öğrendiklerine, duygusal anlamda nice açılımlar yaşadıklarına eminim. Ama kadın yazarların yaşadıkları içsel bölünmeden, psikolojik depremden bihaberler. Sonuçta evde bebek bakan biri ya da birileri olduğu müddetçe, erkekler işlerine, hayatlarına aynen devam ediyorlar. Onları sarsan bir rol bölünmesi söz konusu yok ortada. Erkek yazarlar bebek bakmaz, bebek severler, işten dönüp eve gelince. Bebek bakmak ile bebek sevmek aynı şey değildir. Akşamdan akşama bakılan bebek, bebek bakmak değildir. Sayılmaz. Fasulyedendir.
Madem yazamıyorum vakitsizlikten, takatsizlikten ama yazıdan da vazgeçemiyorum, elimde iki kitap, karıştırıyorum usuldan. Biri Doris Lessing’in kısa hikayeleri, diğeri Sylvia Plath’ın The Bell Jar adlı romanı. İkisi de birbirinden beter. Zehir zemberek hatunlar. Al birini vur ötekine. Biri annesine takmış kafayı, beriki kocasına. Bunalım bunalım döşemişler satırlarını, biri zekasıyla diğeri yüreğiyle. Kelimelerin arasında acı, hüzün ve delilik nüveleri. Plath bir yerde “nörotik” tanımı üzerinde durur. “Aynı anda iki zıt yerde olmaya çalışmak, aynı anda iki zıt şeyi birden yapmaya çalışmak, aynı anda iki zıt insan olmayı arzulamak….” Mesele “iki zıt arzuyu dengeleme” çabasıdır. Yazarlık ne kadar deliliğin ve hayal gücünün kimi zaman yıkıcı olabilen çağrısından beslenirse, anne-eş-ev kadını olmak da tam tersine o kadar yaratmak ve inşa etmek ve süreklilik üzerine kurulu. Öyleyse bu iki zıt duyguyu nasıl dengelemeli? Sylvia Plath ve Doris Lessing gibi hatun kalemlerin cevabı karamsardır. Dengelenmez. Kadın yazara kalan, bu nörotik bölünmeyle beraber yaşamaktır.
31.08.2008