Bir şehre ilk defa adım atan yabancı, o yerin sâkinlerinin senebesene kanıksaya kanıksaya artık eskisi gibi ayırt edemez olduğu iki şeyi hemen seçer; kokular ve renkler. Velhasıl kokularda ve renklerde aşırı seçiciliktir yabancılık denilen. Ne vakit ki yitirirsiniz ayrıştıran nazarınızı, ne vakit ki yadırgamaz olursunuz kokuları ve renkleri, o yere alışmışsınız demektir.
Kokular söz konusu olunca İstanbul bereketli topraktır her yabancıya. Burada iç içe geçip bâki karışımlar yaratır tek başına geçici, uçucu ve muhtemelen tahammülfersa olabilecek kokular. Çıkmaz sokakların örselenmiş yollarından, mazgallardan, salaş binalardan, çatlaklardan, ağaç diplerinden, taşların altından, her yerden sızar sızar sızarlar yaşamımıza. İstanbullu kanıksamıştır artık bu bohça rayihayı. Öyle ki burnu koku alamaz olmuştur neredeyse. Yeniden bu kokuları fark edebilmek için bu şehrin birkaç adım dışına çıkmak icap eder.
Tıpkı kokular gibi renkler de kültüreldir. Renklerin kullanılma ve algılanma biçimlerine bakarak bir memleketin hem kültürel hayatı hem de kültürel ölümü hakkında epeyce bilgi edinmek mümkün. Örneğin Sermet Muhtar Alus, Masal Olanlar’da eski İstanbul’u anlatırken renklerden, renklerin çeşitliliğinden söz etmeden duramaz. “Birçok yerde, kalabalığı tersim etmek isteyen ressam paletinin üzerine siyah ve gri renkleri kor ve bu, ona kâfi gelir.” der. Oysa söz konusu İstanbul ise bu renkler yeterli olmayacaktır ressama. Alus’un dediği gibiyse eğer, sormak lâzım ne vakit nerede bir kırılma yaşandı? Nasıl oldu da rengarenk kalabalıklardan siyaha, grilere ve kahverengilere bürünmüş kalabalıklara geçiş yapıverdik? Üç aşağı beş yukarı aynı sabit, hegemonik renklerdir giysilerimize, vücut dilimize, kimliklerimize damgasını vuran. Sade renklerin kendisinde değil, isimlendirilmelerinde de bir kurumadır gitmekte. Her yazarın dikkat buyuracağı üzere bugünkü Türkçede kullanılan renk isimleri hayli sınırlıdır. Firuzefâm, nilfâm, lâlin, zerdî, zeytunî... kelimeleriyle beraber o renklerin kendileri de silinmiştir havsalamızdan.
Renklerin ve renk isimlerinin kaybı mademki dert oldu içimize, bu meseleden hareketle, aşağıda renkleri hatırlama yolunda bir yarı–kişisel, yarı–toplumsal renk sözlüğünün birkaç maddesi yer almakta.
Hava kirliliği grisi: 1970’lerin Ankara’sını tasvir edecek yegâne renktir kendisi. Dönemin filmlerine de olduğu gibi yansımıştır bu ton. Mesela filmlerde gelinlik almak için buluşup, Ulus meydanından geçer esas oğlan ile esas kız. Geçerken onlar da aynı tona bulanırlar. Heykeller, sokaklar, kalabalıklar, fondaki ayakkabı boyacısının kasketi gökyüzü gri. Giyilen paltolar, takınılan ifadeler dahi gri. Sıkılan kurşunlar, sokaklardaki tedirginlik, bol paça pantolonlar gri. Devletin gülmeyen çehresi, bürokrasinin hantal bedeni gri.
Çingene pembesi: Griyi soluya soluya geçen erken çocukluğun ardından, senelerimin geçeceği İspanya’ya gider gitmez farkına vardığım anlı şanlı renk. Cüretkâr, cevval ve asi. Madrid’e ilk gidişimde renklerdi beni çarpan. İnsanların üzerlerindeki renklerin çeşitliliği bağırtkanlığı cüretiydi nazarımı altüst eden. Bilhassa kadınların. Hani “Kültür Şoku”nu tanımla deseler, hava–kirliliği–grisi–Ankara’dan çıkıp gelmiş on bir yaşında dil bilmez bir çocuğun, dudaklarına çingene pembesi ruj sürmüş yetmiş yaşlarında bir İspanyol anneannesine uzun uzun aval aval bakması diye tanımlayabilirim.
Hıdrellez kırmızısı: 6 Mayıs gecesi bahçedeki kırmızı gül ağacının dibine bırakılan, uzadıkça uzayan istek listesinin yer aldığı kağıdı bağlamak için kullanılan kurdelenin tonu. Kağıdın sabah kimse görmeden oradan alınması icap eder. Kurdele hafif çözülmüşse Hızır uğramış, mektubu okumuş demektir. Hızır’ın uğradığı güle “al derdimi ver rengini” denir. Böyle dedikten sonra anında dertlerinden kurtulup saçları da kınayla boyanmış gibi kızıla kesiliveren kadınların olduğu rivayet edilir. Rivayetler sorgulanmaz, sadece ve dikkatle dinlenir. Meraklısına not: Hızır’ı tanımanın en kestirme yolu parmağına dikkat etmektir. Parmakları kemiksizdir ve bir de okuduğu kurdeleli kağıtlardan ötürü kırmızı. Hıdrellez kırmızısı... (devam edecek)
18.07.2004