Ne vakit yazamamaktan, yazmaya yeterince zaman ayıramamaktan şikâyet etse içimde bir ses, Franz Kafka’yı hatırlatıyorum kendime. Keza gene ne vakit “okumayı çok seviyorum sevmesine de kitap okumaya bir türlü vakit bulamıyorum” diyen birine rastlasam gene Kafka düşüyor aklıma.
Bütün gün ışıksız havasız bir ofiste çalışan, bürokrasinin kuru, kasvetli yapısı içinde soluk almaya çalışan, akşam yorgun argın evine dönen, yemek yiyip ortalığı toparladıktan sonra ancak gece saat on birde yazı masasının başına oturan ve sadece o daracık zaman aralığında yazan, yazabilen ve bugün dünya edebiyatının şüphesiz en büyüklerinden biri addedilen Kafka’yı. Edebiyat tarihinin belki de en çok merak edilen, en çok saygı duyulan yazarı ve bunca sene, bunca kitap, makale, inceleme sonra bile bir yanıyla muamma. Hep muamma.
Bir adam. İnce yapılı, uzun boylu, yakışıklıca. Bir adam, şık giyimli, bakımlı, atletik, zeki, duyarlı, meraklı, hem hayat hem ölüm dolu, mizah dolu, kasvet dolu, iyi bir yüzücü, vejetaryen. Ev ve işyeri arasına sıkışıp kalmayan bir adam. Şehrin dar sokaklarına, karanlık yapılarına dalmayı seven, kapalı korunaklı bir kavanozda yaşamayı hiç beceremeyen. Fotoğraflarında hiç gülmeyen bir adam.
Prag gibi küçük ve dar bir edebiyat sahnesinde var olmaya çabalayan bir avuç yazar. Birbirini kıskanan, birbirini çekemeyen, bol bol dedikodu yapan edebiyatçılar. 1911 tarihli günlüklerinde Kafka dönemin ünlü yazarları hakkındaki fikirlerini yazar. Bunlardan bir tanesi bile onun diğer edebiyatçıları nasıl kıskandığını anlamaya yeter. “Werfel’den tek kelimeyle nefret ediyorum. Sadece edebiyat sahasındaki başarılarını kıskandığım için değil. Kıskanıyorum zaten. Üstüne üstelik sağlıklı, genç ve bir de zengin. Ben değilim.” Kafka’nın kıskançlıkları diğer yazarlarla sınırlı değildir. Âşık olduğu kadınlara da yansıtır içindeki talepkâr, kaprisli, mızmız oğlan çocuğunu. Uzun zaman Milena, daha sonra Felice ile mektuplaşmaları. Sevdiği kadınları bir sembol gibi algılar adeta. Onlardan uzun, derin mektuplar bekler daima. Alamadığında sinirlenir, tepki gösterir. Hepimiz gibi bencil, hepimiz kadar çelişkilerle yüklü 20. yüzyıl başında Prag’da bir yalnız adam.
Kronolojik bir seyir içine yerleştirip baktığımızda ardılı çok fazla ama öncülü yok. Kafka gibi yazmaya çalışan çok yazar çıktı hem Türkiye’de hem dünyada. Ama Kafka’yı önceleyen bir yazar yok ne içerik ne de üslupta. Bu yüzden hep az biraz “gökten zembille inmiş” addedilir. Diğer yazarların öncüllerini ve ardıllarını saptamak daha kolay iken o bir başına durur dikilir edebiyat haritasında, yalnız ve yabancı, daima yabani…
Kendinizi Kafka’nın yakın arkadaşı Max Brod’un yerine koyun. Dostunuz bir yazar. Ama sıradan bir yazar değil. Dostunuz Kafka. Ve ölüm döşeğinde vasiyetini hazırlarken bir madde ekliyor. Sizden bir ricası var. Dostunuz o öldükten sonra yazılarını yakmanızı istiyor. Brod, Kafka’nın bu vasiyetini yerine getirmedi. Getirmediği için edebiyat dünyası ona müteşekkir ama bir o kadar da eleştirel. “Zor da olsa Kafka’nın isteğine saygı duymalıydı” diyenler oldu. Brod’un buna cevabı şöyle oldu: “Kafka benden yazılarını yakmamı istedi; ama eğer bunu hakikaten isteseydi bu iş için beni değil, başkasını seçerdi. Beni yeterince tanıyordu. Yazılarını yakmaya gönlümün elvermeyeceğini bilecek kadar.”
07.09.2008