Bundan seneler evveldi. Hollandalı bir yazar bana şöyle bir soru sordu: "Hollanda da yaşayan Faslılar, Polonyalılar, farklı azınlıklar kendi edebiyatçılarını çıkardılar ama niçin Türk kökenli Hollanda vatandaşları arasında edebiyata ilgi bu kadar az?"
O zamandan beri Almanya da, Fransa da, Holanda da ve başka ülkelerde yaşayan Türklerin çıkardıkları sanatçılara daha bir özenle, dikkatle bakar oldum. Keşke edebiyat, sinema, müzikte daha fazla isim, daha fazla ürün çıkarsak oralardan. Kendimizi daha iyi anlamak ve anlatmak için...
Frankfurt Kitap Fuarı hızlı, yoğun bir tempoyla son buldu bu hafta sonu. Türkiye güzel bir kapanışla bayrağı gelecek senenin onur konuğu olan Çin e devretti. Fuarın kapanış gününde, Almanca yazan ve Almanya da son derece iyi tanınan ama ne yazık ki Türkçeye yeterince çevrilmediği için Türkiye deki okurlarla henüz yeterince buluşamamış olan Feridun Zaimoğlu ile beraber bir okuma etkinliğinde buluştuk. Kalabalık bir salon. Yüzyıldan fazla zamandır kültür ve sanat etkinliklerine ev sahipliği yapan ve Literaturhouse diye bilinen eski, görkemli bir taş bina. Seyircilerin yarısı Türk, yarısı Alman. Her yaş grubundan insan var ama bir şey dikkatimi çekiyor anında. Türk seyircilerin çoğunu gençler oluşturuyor. Ya orada üniversite okumak için buradan gidenler ya da uzun senelerdir Almanya da yaşayanlar veya doğma büyüme oralı olanlar. Ama ortak bir özellikleri var. Türk edebiyatına duydukları ilgi ve Almanya da da olsalar Türkiye yi yakından takip etmeleri. Alman seyircilerin çoğu ise orta yaşlı ya da üzeri. Okumayı, edebiyatı, sanatı seven, başka kültürlere açık, bilhassa Türkiye ye ilgi duyan bir kesim.
Ben Bit Palas tan bir bölüm okuyorum, tadımlık. Amacım sadece kendi edebiyatımdan bir kesit sunmak değil, Türkçenin tadını, melodisini verebilmek. Feridun Zaimoğlu da son derece zengin, derin ve sofistike Almancasıyla yapıyor okumasını. Okumalardan sonra yöneltilen bir soru panelin akışını etkiliyor. Neden kendinizi Alman yazar olarak tanımlıyorsunuz? diye soruluyor Feridun Zaimoğlu na. Üst üste. Defalarca. O da Almanya da doğduğunu, orada büyüdüğünü, haliyle Alman vatandaşı olduğunu, kendisini ifade ettiği dilin Almanca olduğunu söylüyor. Ancak seyircilerin bir kısmı bu cevapla tatmin olurken bir kısmı olmuyor ve aynı soru tekrar tekrar geliyor, salonda bazen gereksiz gerilimler yaşanıyor. Sorular karşısında yazar "Ben Alman bir yazarım. Kendimi böyle tanımlıyorum. Bunda daha fazla konuşulacak bir şey görmüyorum." diyerek noktayı koymaya çalışıyor, ancak salonda dalgalanma devam ediyor.
Panelde yaşanılanlar, kimlik ve edebiyat üzerine yeniden düşünmeye teşvik ediyor bizi. Yazarlara kimlik misyonları yüklendiği zaman onlara yönelik bir "temsil beklentisi" geliyor ardından. Bu beklenti kimi zaman yazarları ezebiliyor. Feridun Zaimoğlu gibi Almanca yazan değerli Türk kökenli edebiyatçılarımız var. Mesela Emine Sevgi Özdamar. Tüm bu kimlik meselelerine son derece duyarlı yaklaşan, Almanya da Türk olmanın, kadın olmanın, yalnız olmanın nasıl bir şey olduğunu senelerdir kendine özgü üslubuyla dillendiren, Türkiye de henüz layıkıyla bilinmeyen ama Almanya da ödüller alan kıymetli, özel bir ses edebiyat haritamızda.
Almanca yazan yazarlardan bazıları kendilerini sadece Alman, bazıları da çift kimlikli görüyor olabilir. Bu durumda bir yazara, tutup da kendisini Alman yazar olarak tanımlıyor diye kızmaya hakkımız yok. Herkese uyan tek bir kıyafet yok ki edebiyatta. Yazarlığın tek bir formülü, tek bir reçetesi ne zaman olmuş? Kimi yazar kırkından sonra başlamış yazmaya, kimi en güzel eserlerini yirmilerinde vermiş. Kimi yazar hiç çıkmamış aynı evden, kimi sürekli dünyayı dolaşmış. Avrupa da yaşayan Türklerden çıkan sanatçılar yepyeni kapılar aralıyor sanat ve edebiyat dünyasında. Kendilerini nasıl tanımlıyor, hangi dilde daha rahat ifade ediyorlarsa elbette o şekilde yazmalılar. Önemli olan tanımlar değil, yazılan eserlerin kalitesi, içeriği. Ve bizim bu çoksesliliğe, esnekliğe, demokrasiye siyaset ve toplum hayatımızda olduğu gibi edebiyat alanında da ihtiyacımız var.
21 Ekim 2008