Ve nihayet TÜYAP Kitap Fuarı başladı. Olanca telaşı, yoğunluğuyla. Okurlar, yayıncılar, editörler, eleştirmenler ve yazarlar... Herkesi bir araya getiren kıymetli bir zemin, senede bir defa.
Bu sene fuarın teması "1968-40 yıl önce, 40 yıl sonra". Onur yazarı ise Füruzan. Uzun senelerini edebiyata vermiş, 12 Mart darbesini en iyi anlatan kitaplardan birine imza atmış ve edebiyatçı kimliğini, bir kadın olarak tek başına ayakta durmanın bugünkünden çok daha zor olduğu yıllarda, yıpratmadan korumuş bir yazar Füruzan. Yayıncılar Birliği nin kendisini onur konuğu olarak seçmesi ne güzel.
Bu seneki fuarın bir özelliği daha baştan dikkat çekici. Geçen seneye nazaran edebiyat çok daha ön planda. Bir önceki fuarda roman dışı türlerin, edebiyat dışı incelemelerin ve bilhassa tarih kitaplarının ağırlığı hissediliyordu. Bu sene öyle değil. Yeniden edebiyata yönelme var. Bu da son derece sevindirici. TÜYAP küçük bir ayna tutuyor aslında memleketin hallerine. Tartıştığımız tüm konular orada mevcut. Dilimizi, zihnimizi uğraştıran bütün alt başlıklar orada bir kitap suretinde çıkıyor karşımıza. Stantları dolaşırken kendi içimizde ne kadar çok ses barındırdığımızı hatırlıyoruz.
TÜYAP ile Frankfurt Kitap Fuarı nı karşılaştıran sorular soruluyor sıklıkla. Frankfurt aslında son derece büyük bir ticari penah. Tüm dünyadan gelen ajanslar ve yayıncılar burada bağlantılar kuruyor, bir sonraki senenin kitaplarını seçiyor ve satın alıyor. İstanbul un böyle bir özelliği yok. Bizdeki kitap fuarı daha ziyade okur ile kitabı, okur ile yazarı buluşturmaya yönelik. Her iki fuar yapı itibarıyla o kadar farklı ki, bu tür bir kıyaslama bir noktadan sonra anlamını yitiriyor. Ama işte bir açıdan Frankfurt ile İstanbul kitap fuarlarına beraber bakmakta fayda var: basının kitaba olan ilgisi. Alman basınında yazarların kişilikleri değil, eserleri konuşuluyor. Bizde ise ne yazık ki hâlâ yazar odaklı bir algı var. Bu yüzden edebiyat tartışmalarımız "filancayı sevmek", "falancayı sevmemek"ten öteye geçemiyor çoğu zaman.
Bu seneye dair bir başka ilginç nokta, Adam Fowler ın Olasılıksız isimli muazzam romanının yakaladığı başarı. Merak ediyorum, yazarın kendisi Türkiye de bu kadar meşhur olacağını tahmin edebilir miydi? Bunu da irdelediği "şans ve olasılık" ile bağlantılandırabilir mi? Aslında tüm edebi türler içinde romanın ilginç bir yeri var bu ülkede. Türkiye de yeterince kitap okunmuyor olabilir ama roman okunuyor! Hem de nasıl. Tüm imza günlerimde bana getirilen hemen her romanımı birden fazla insanın okuduğunu gördüm hep. Bizde çok özel bir roman okuru var. Sevdiği kitabı yakın çevresiyle paylaşan, satır satır çizerek okuyan, yaşam evrenine alan ve kitabı bitirdikten sonra bile çantasında taşımaya devam edecek kadar onunla yaşayan, eğer bir kitabı sevmişse elalemin ne dediğini çok da umursamayan, duygusal, vefalı bir okur! Bana vaktiyle İngiliz bir edebiyatçının söylediği bir şey var ki, üzerinde düşünmeye değer: "Yazarlarınıza pek hoyrat davranıyorsunuz bence. Bu açıdan, Türkiye de yazar olmak pek gıpta edilecek bir şey değil. Ama okurlarınızın romana gösterdiği merak ve bağlılık da başka ülkelerde yok. Sizde kitap özel bir şey. Biz ne yazık ki bunu yitirdik."
Son tahlilde aslolan tek şey okurun yapıt ile kurduğu bağlantı. Gerisi sadece popüler kültür. Söyleşiler, reklamlar, tanıtımlar gelir geçer, fasa fiso. Hikâyeler kalır. Mekânsız ve zamansız olan bir tek onlar. Tüm bunları bize bir kez daha gösterdiği ve has edebiyat okurunu kitaplarla buluşturduğu için, TÜYAP ın yeri çok önemli. Bu ülkenin kendi koşulları, seyrüseferi içinde.
04 Kasım 2008