Ve bir TÜYAP Kitap Fuarı daha geldi geçti. Jet hızıyla. Malum, çağ o çağ! Fuarın son gününde konuşma-okuma etkinliği ve imza günü için oradaydım. Kalabalık, güleç bir salon karşıladı beni.
Şimdiye değin katıldığım tüm edebiyat etkinliklerinde seyirciler her yaş grubundan, hemen her meslektendi. Ancak bu sefer, ilk defa, ezici çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu bir salon bekliyordu beni. Lise ve üniversite, lisans ve yüksek lisans dahil olmak üzere... Meraklı, konuşkan, paylaşımcı, ilgi ve sevgi dolu bir kalabalık... Kitap okumayı seven, sevdiği kitapları yazarından çok daha iyi bilen, yazarını özenle seçen ve sabırla takip eden, ona yazınsal serüveninde adım adım eşlik eden bir kesim. Açıkçası, her yazarın görmek istediği okur portresi.
Okunup okunmamayı zerre kadar umursamadığını iddia eden, hatta çok okunan kitaplara "Bunların hepsi popüler edebiyat, popüler olan her şey de tukaka!" diye burun kıvıran yazarlara inanmayın. Her yazar okunmak ister. Ve her yazar daha çok insan tarafından okunmak ister. Bunun aksini görmedim, yaşamadım. Ama duydum, hem de pek çok kez. Duydum ve inanmadım.
Zira ta ezelden beri işleyen altın bir kural var. Her yazar özünde bir hikâye anlatıcıdır ve bir hikâye anlatıcı -en geleneksel toplumdan en modern topluma- bir dinleyici, bir alıcı, yani bir muhatap arayışındadır. Aksi takdirde niye kelimelere döksün ki o hikâyeleri? Eğer bir hikâye anlatıyorsanız, dinleyen olmadıkça kursağınızda kalır sözler. Kitapları var eden okurlarıdır, yazarları değil. Ve her yazar bunu bilir. Kelimesiz kalmaktan ürker kalem erbabı. Ama doğrusu, okursuz kalmak da en az onun kadar ürkütücüdür. Karabasandır.
Öte yandan, sırf okur beni sevsin diye yazmak, hikâyelerini ona göre seçmek kadar bir yazarı derinden zehirleyebilecek bir başka nefs oyunu yoktur. Okunmak ve beğenilmek istemek ne kadar sanatçıya has bir durum ise, okunmak ve beğenilmek arzusuyla hareket ederek yazmak da o kadar sanata aykırıdır. Yazıyla pazarlık olmaz. Bir romanın konusu, karakterleri, dili ya da sonu pazarlıkla oluşturulmaz. Yazı alır başını gider. Öyleyse, hassas bir dengedir gereken. Yazar, kitabını yazarken okuru mümkün mertebe düşünmemeli. Onun ne istediği sorusunu bir kenara atmalı ki, sahici samimi bir şekilde hayal gücü aksın taşsın doludizgin. Ama kitap bittikten, bir hikâyeye nokta konulduktan sonra, yazar elbette okurunu aramalı, düşünmeli, önemsemeli.
Seneler geçtikçe, farklı ülkelerdeki edebiyat ortamlarını kıyasladıkça, giderek güçlenen bir fikir taşıyorum: Bizim toplumumuzda öyle dinamik ve duygusal bir edebiyat okuru var ki, benzerine çok az ülkede rastlanır. Kelimelerin sihri var bu topraklarda. Biz bir romanı sevdik mi, annemize, babamıza, ablamıza, en yakın arkadaşlarımıza okutmak istiyoruz muhakkak. Sanatların en yalnızı olan romanı paylaşıyoruz başkalarıyla. Elden ele geçiyor kitaplar. Sayfalarında yaşanmışlıkların izleri var. Ne kadar modernleşsek de, ne kadar Batılılaşsak, şu olsak bu olsak, ne ilginçtir ki, bizler hâlâ ateşin, sobanın ya da mangalın etrafında halka halka oturarak, bir elde tütün bir elde kahve fincanı bir kış gecesi birbirine sokularak, çocuksu bir merakla meddahın anlattıklarını dinleyen büyük-büyük-babalarımızın o kadim ve kallavi anlatı geleneklerinden uzak değiliz. Öylesine seviyoruz hikâyeleri.
Okurlarla sohbetten sonra imza gününe geliyor sıra. Saat ikide girdiğim fuar salonundan nihayet beş saat sonra çıktığımda, ne parmağımda yüzük kalmış, ne boynumda fular, ne kolumda bilezik. Her birini bir okurum almış. Buna karşılık bende de okurların fularları, bilezikleri, yüzükleri, hediyeleri, mektupları, kartları, fotoğrafları ve en önemlisi, tebessümleri... İyi ki varsın okur. Sen yoksan edebiyat da yok.
11 Kasım 2008