Çocukken farklı akar zaman. Kış aynı kıştır ama daha bir ağır geçer günler. Birbirine eklemlenerek. Bir uzun gündür aslında çocukluk. Geceden sabaha uzanan. Sonra, büyüdükçe kesintilerle algılamaya başlarız zamanı. Kopuk kopuk. Tek bir güneş ve ay değil, on binlerce güneş ve ay olur zaman, birbirinden kopuk. Geleceğe odaklanmış. Ha bire bir sonraki anı planlayan, planlamaya çalışan. Nice sonra başlar yaşlılık. Yeniden değişiverir zamanla ilişkimiz. İnsan ömrünün mevsimleri var. Zaman mevsimleri!
Bizi çok etkileyen bir mekânla karşılaşırız bir gün. Ya da birinin bir sözü yer ediverir o an içimizde. Veya bir kitap, film yahut müzikte bir şey yakalarız. Kendi kendimize tembih ederiz, sakın unutma bunu diye. Not alırız zihnimizde. Oysa bunu hiç unutmamalıyım dediğimiz pek çok şey üzerinden bir ay, belki bir hafta bile geçmeden silinip gider belleğimizden. Neden? Bu yakınlarda piyasaya çıkan son derece ilginç ve düşündürücü bir kitap işte bu sorunun cevabıyla ilgili.
Douwe Draaisma nın ödüllü kitabı Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer? sözünü ettiğim eser. Draaisma ya göre belleğin kendine ait bir iradesi var. Bunu baştan teslim etmemiz lazım. Belleğimiz pasif, dilediğimiz gibi şekillendirebileceğimiz bir hamur topağı değil. Bellek canı nereye isterse oraya oturan bir köpek gibidir. Peki tersini düşünelim. Peki ya hiç hoşumuza gitmeyen, bizi mutsuz eden, hatırlamak istemediğimiz bir hadise ya da an olduğunda? Draaisma ya göre o zaman da köpek gibidir bellek. "Az önce attığınız şeyi kuyruğunu sallaya sallaya bize geri getirir."
Bilincimizin uyanışı belleğimizin başlangıcıyla paralel. Bize bir ömür boyu eşlik eden, kim olduğumuz fikrini şekillendiren, en derin üzüntülerimizi en büyük sevinçlerimizi bir bir kaydeden belleğin nasıl işlediği konusunda aslında o kadar az şey biliyoruz ki. Draaisma nın kitabı, bunca araştırma, bu kadar çalışmadan sonra bile bellek denilen okyanusun hâlâ büyük ölçüde bir muamma olduğunu gösteriyor.
Biz edebiyatçılar için özel bir yeri var belleğin. Nasıl anlatır bir karakter geçmişini? Dün ne kadar yaşar bugünün içinde? Hikâyelerimizin ne kadarını geçmiş teşkil eder? Bir çocukluk anısı nasıl ve nerelerde nükseder gün içinde? Bunu anlatan en meşhur mesel Proust un madlenidir muhakkak. Kayıp Zamanın İzinde. Proust okurunu çocukluk günlerine götürür. Soğuk bir kış günü, evine canı sıkkın olarak geldikten sonra, annesinin ikram ettiği çay ve kekle ruh halinin tamamen değiştiği o sıradan ama bir o kadar büyülü ana taşır okurunu. Bir kokuyu anlatır. Ve kokunun harekete geçirdiği bir anıyı. Edebiyat tarihinde çok az anlatım bu kadar basit olduğu kadar böylesine evrensel ve ölümsüz olabilmiştir. Tanırız çünkü anlatılan anı, biliriz anlatılan tadı. Çaya batırılan kurabiye çocukluğumuzdan kalma bir sahnedir belleğimizde. Yazarın kitabında, tam da bu sahnede kendimizi buluruz. Onun belleğinde kendi belleğimizi yakalarız. Kelimeleri koklarız okurken. Belleklerimiz kesişir.
Belleğimiz son derece kırılgan ve hassas. Bir yanıyla da müthiş inatçı ve dirençli. Draaisma her iki yüzünü de anlatıyor belleğin. Edebiyat, psikoloji, felsefe, sanat tarihi... gibi farklı alanlardan beslenen, kitabında titiz ve duyarlı bir yaklaşım sergiliyor. Konuyu basitleştirmekten kaçınsa da, anlamak ve anlatmak istiyor bellek meselesini. Daha da karıştırmak değil. Bu kitapta birbirinden çarpıcı örnekler göreceksiniz. Ve kim bilir belki kendi belleğinizin derinliklerinde bir yolculuğa çıkarsınız. Belleğin sabit olmadığını, aslında her an yeniden inşa edilen bir yapı olduğunu unutmadan.
23 Kasım 2008