Albert Camus, geçtiğimiz yüzyılın entelektüelleri arasında en karamsar, en zeki, en bedbin seslerden biriydi. Sisiphos Efsanesi nde şöyle bir cümle kullanır: "Herkes kendi yükünü yeniden bulur." Efsaneyi hatırlarsınız, Sisiphos koca kayayı alır omzuna. Tırmanır, tırmanır, son anda aşağıya yuvarlanıp, her şeye silbaştan başlar.
Onca zahmet ve emekten sonra tekrar zirveye yaklaşır. Zannedersin ki bu sefer başaracak. Ama hop, yuvarlanır dağın eteklerine. Düşer. Ve bir kez daha başlar sırtında kayasıyla tırmanmaya. Anlarsın ki hiç bitmeyecek bu cendere.
Ve Mevlânâ Mesnevi de insanın şu dünyadaki hayatını, varoluş adı verilen cebelleşmeyi bir dağ karşısında konuşmaya benzetir. Ağzımızdan çıkan her kelime aslında aynen bize geri dönmektedir. Nasıl bir enerjiyle konuşuyor, ne tür kelimeler telaffuz ediyorsak aynılarını duyuyoruz başkalarından. Ne söylersek ve neyi nasıl söylersek, aynen o şekilde sözlerimizi bize iade ediyor dağ. Eğer hakaretamiz kelimeler çıkıyorsa ağzımızdan, ya da alaycı, küçümseyici, yargılayıcı, çok geçmeden benzerlerini işitiyoruz ya o insandan ya başka birilerinden. Dağ aynen iade ediyor sözlerimizi, farklı farklı aktörlerin ağzından. Bu kuralı bilen mutasavvıflar, eleştiriye, hakarete ya da dedikoduya maruz kaldıklarında, benzer bir enerjiyle cevap vermekten kaçınırlar. Susmayı tercih ederler. Mevlânâ nın lakabının Hamuş-Suskun (Sessizlik!) olması tesadüf değildir. Elli binden fazla dizesi olan, varlığını kelimeler üstüne kuran bir şairin kendine Suskun demesi ilginç değil midir?
Zamanın geçmiş-bugün-gelecek ekseninde çizgisel bir ilerlemeye sahip olduğunu sandı insanlık yüzyıllar boyunca. Halbuki 21. yüzyıla giren dünya Einstein ın daha henüz anlaşılamayan teorilerini tartışmakta ve Kuantum Fiziği ni her zamankinden ciddiye almakta. Kuantum Fiziği nin izlerini takip edersek ilginç bir saptama çıkıyor ortaya. Ağızdan çıkan her kelime, yazılan her söz aslında yok olmuyor kâinatta. Duruyor bir yerlerde. Birikiyor. Bir başka insan hakkında edilen her gıybet, nam-ı diğer dedikodu, damla damla birikmekte bir yerlerde. Peki hiç düşündünüz mü eğer dedikodu böyle ağır bir yük ise ve bir başka insan hakkında ettiğimiz yıkıcı laflar bir şekilde dönüp dolaşıp bizi buluyorsa, Türkiye de medyanın hali nice olsa gerek? Ne kadar çok köşe yazarı var dedikodu yaparak yazan. Tabii iki yönlü bu iş. Demek ki çok sayıda okur var bunları okumayı talep eden. O da başka mesele.
Bu hafta telefon açıyor bir arkadaşım. "Filancanın yazısını okudun mu? Nasıl dedikodu yapmış senin hakkında. Çok kızdım."
"Okumadım..." diyorum. "Okumayacağım."
"Ya tamam da bir karşılık vermeyecek misin?" diye üsteliyor.
Vermeyeceğim. Çünkü biri hakkında kötü laflar yazmak ağır bir yüktür o insanın omuzlarında. Çünkü inanıyorum ki kalemlerimiz, dedikodu, suçlama ve hakaret aracı değildir. Mürekkeple hayaller kurarsın, hikâyeler yazarsın, dünyalar yaratırsın, empati köprüleri inşa edersin. Kalem kâğıtla düşünür, hüzünlenir ve sevinirsin. İnanıyorum ki kainatta birikmekte kelimelerimiz. Herkes kendi kayasını kendi mizacına göre tekrar sırtlanıyor bu hayatta. Kırılmıyor bu döngü. Ha bire tekrar ediyor. Tabii eğer bir noktada durup, başka bir bilinç, bambaşka bir gözle olaylara ve kendimize bakmayı başaramazsak.
04 Ocak 2009