Geçtiğimiz günlerde Kütüphane Haftası nın açılışında bir konuşma yapmak üzere Ankara Milli Kütüphane deydim. Ve orada sadece candan, ilgili ve dinamik bir dinleyici topluluğu ile karşılaşmakla kalmadım; aynı zamanda kitapların yaşaması, kütüphanelerin gelişmesi için muazzam emek sarf eden özveri sahibi insanlarla tanıştım.
Keza yeni açılan "Osmanlı dan Günümüze Türk Dergileri" sergisini de görme imkânı buldum, merak ve takdirle. Ankara dan İstanbul a dönerken bir mesele zihnimi kurcaladı durdu: Biz büyük şehirlerde kendi dar çevrelerimizde "filanca yazar falanca yazara ne dedi?" ya da "o kimin hakkında acaba ne yazdı?" gibi son derece kısır ve kırıcı tartışmalarla kendimizi ve biribirimizi yıpratırken, Türkiye nin dört bir yanından, Kars tan, Amasya dan ya da Çankırı dan insanlar, kısıtlı koşullarına rağmen kütüphaneler kuruyor, daha çok kitap okunması için yılmadan uğraş veriyor. Üstelik karşılık bulmadan ve karşılık beklemeden. Onların bu emeklerinin ne kadar farkındayız? Biz yazarlar, büyük şehirlerde daracık zihinsel gettolarımızda, bazen de anlamsız bir rekabet ve haset ortamında yaşıyoruz. Bu arada Anadolu da kurulan yerel kütüphaneleri ne kadar önemsiyoruz acaba?
Hani çok sorulan, hep konuşulan ama son tahlilde tekrara dayanan sorular vardır. Neredeyse klişeleşmiş sorular. Uzak durmak istersiniz onlardan. Ama gelip gelip karşınıza çıkarlar. Bu yazıda böyle bir soruya daha yakından bakmak istiyorum: "Biz yeterince kitap okumayan bir toplum muyuz?" Bu soruyu neredeyse otomatik bir şekilde "ne yazık ki evet" diye yanıtlamaya o kadar alışkınız ki. Ama başka bir cevap sunacağım burada: "Aslında hem evet, hem hayır."
Kısmen "evet" çünkü rakamlar ortada. Nüfusumuza kıyasla basılan, okunan ve yazılan kitap oranına baktığımızda, ne yazık ki, sayılar çok parlak değil. Gönül isterdi ki daha çok kitap yazılsın, basılsın ve okunsun. Türk Kütüphaneciler Derneği Başkanı Ali Fuat Kartal kitapların, ihtiyaç sıralamasında son derece geride kaldığını, hatta her on bin kişiden sadece birinin okuduğunu belirtiyor ve haklı olarak durumun vahametine dikkat çekiyor. Etrafımıza dikkatlice bakmak bile bu rakamların gündelik hayattaki tezahürünü ortaya koyuyor. Otobüslerde, vapurlarda, velhasıl toplu taşıma araçlarında bir bakın kaç kişi okuyor, kaç kişi boş boş oturuyor? Televizyon programlarında, dört koldan pompalanan popüler kültürde kitap okumak ne kadar gerilerde kalıyor...
Öte yandan kısmen "hayır" cevabım. Zira her şeye rağmen kitapların ciddiye alındığı, "kalem erbabı" olmanın önemsendiği, yazardan okura okurdan yazara görünmez ruh akrabalıklarının kurulduğu, kitapların saygı gördüğü bir toplum bu. İmza günlerinde ya da okuma etkinliklerinden imzalamam için bana getirilen kitaplarıma bakıyorum da hep bir şey dikkatimi çekiyor: Aynı romanı birden fazla kişi okumuş. Okur eğer sevmişse bir kitabı annesine, yengesine, kuzenine, arkadaşına veriyor. Onlar da okuyor. Kitaplar elden ele dolaşıyor, insanların gönüllerine sızıyor, gündelik hayatlarının bir parçası oluyor. Okur ile yazar arasında nice sırdaşlıklar, ruhdaşlıklar oluşuyor. İşte istatistiklere, verilere yansımayan bir öte boyut bu. Batı da çok kitap basılıyor, doğru. Daha çok insan okuyor, doğru. Ama orada kitaplar daha çabuk buharlaşıyor.
Osmanlı son dönemde çevirilerin hızlanıp kültürel canlanmanın yaşandığı bir ortamda Yusuf Kâmil Paşa Telemak çevirisini tamamlar ve önsözünde bir dua eder. "Bu kitap var oldukça hayırlara vesile olsun, insanların zihinlerine ışık tutsun" diye temennide bulunur. Ne zaman hatırlasam bu satırları, kafamı kurcalar: Bir zamanlar biz kitapların bekâsı için hayır duası eden, edebilen bir toplumduk. Bir zamanlar entelektüellerimiz birbirlerine sataşmak ya da burun kıvırmak yerine kitapların daha çok okunması için emek harcardı. Başkalarının kitabı-benim kitabım diye ayrımlar yapmadan! Kültürel birikim öylesine kıymetliydi gözümüzde.
Gene de yitirmedik o damarı. Her şeye rağmen, Türkiye de son derece samimi ve hakiki ve iyi bir edebiyat okuru olduğuna yürekten inanıyorum.
05 Nisan 2009