Birbirinden çok uzak iki şehirde, New York ve İstanbul´daki iki üniversitede öğretim üyeliği görevini yürüten yazar Elif Şafak bitip tükenmeyen gidiş gelişlerinden birini The Gate okurları için yazdı.
Türk Havayolları uçağı İstanbul Havalimanı´na iner inmez önümdeki koltukta oturan ve yolculuk boyunca bir türlü huzur bulamadığından sürekli kıpırdanan kumral kadın hemen ayağa fırladı ve çantasının bulunduğu bölmeye uzandı. New York-İstanbul uçuşu boyunca 10 saate yakın sessiz sedasız oturmayı becerebilen kimi insanların nasıl olup da uçak yere konar konmaz sabrını kaybedip, birkaç dakika dahi bekleyemez hale geldiği sorusu, doğrusu kafamı kurcalar oldum olası. ´Toprak insanları´ bunlar. Dünyeviler. Havadayken itaatkar ve cici, toprağa ayak basar basmaz ben-merkezci ve asi. Yere konunca kendilerini güvende hisseder, kendilerini güvende hissedince de kuralları takmaz olurlar. İtaatkar tavırlarının yerini otoriter çıkışlar alır. Bildiklerini okumaya kalkarlar. İşte hemen önümde oturan kumral kadın da ´toprak ehli´nden. Etrafına bakmadan elini uzattı, çantalarının bulunduğu üst bölümden deri ceketini aldı ve giyinmeye koyuldu. Arkamdaki adamın sesi duyuldu birden: “Hanım, hanım, kemerlerinizi bağlayın, ışıkların hala yandığını görmüyor musun?´ dedi Ankara´da çalıştığını ve teknokrat olduğunu tahmin ettiğim adam. “Kurallara uyalım lütfen!”
Tanınmış mankenlerimizden olan kumral güzeli yolculuk boyunca sergilediği mağrurane tavırları sebebiyle birkaç düşman kazanmıştı zaten. Şimdi hayatının hatasını yapıp, bu insanların eline onu azarlama malzemesi vermişti ya kimsenin fırsatı kaçırmaya niyeti yoktu. Manken işittiği azarın karşılığı olarak, küçümser bir tavırla dudak büküp omuzlarını silkti ve isteksiz isteksiz yerine oturdu. Arkamdaki insanların cık cıklamalarını duyabiliyordum.
Biz Türkler bayılırız bunu yapmaya: sık sık cık cıklarız birbirimize. Cık cıkladığımızda iyi birer Türk vatandaşı olarak sorumluluklarımızı ve iyi Batılılar olarak medeni görevlerimizi hatırlatırız birbirimize.
Yolculuk süresince yanımda oturan ve üç çocuklu bedbaht bir lise öğretmeni olduğunu öğrendiğim kadın, hiddetle atıldı: “İşçi yapmaz senin bu yaptığını. Gören de üstüne başına bakıp okumuş yazmış medeni biri zanneder. Nerdeeee!”
Evet, biz Türkler birbirimize medeniyet dersleri vermeyi de severiz.
“İşçileri neden aşağılıyorsunuz ki?” diye sordu birkaç sıra arkadaki boğuk sesli adam. “Senin o beğenmediğin işçi Almanlar için gece gündüz çalıştı. Senelerce hem de. Benim çifte vatandaşlığım var. Almanlar bile kıymetimizi bildi ama kendi insanımız takdir etmez bizi. Bırakın takdiri, kaba saba Türkler diye kaldı adımız. Şimdi söyleyin bakalım kimmiş kıro? Yerinde oturan gurbet işçisi mi, yoksa kuralları çiğneyen beyaz Türkler mi? Medeniyet parayla satılmaz…” Önümdeki kumral kadın manikürlü tırnaklarına bakarak asabice kıkırdadı, cevap vermeye tenezzül etmediğini belli etmek istercesine. Onun sessizliği başkalarının kelimelerini harekete geçirdi. Arka sıralardaki New York Üniversitesi´nden iki lisans öğrencisi, ciddi teknokrat, bi Amerikan şirketi ile henüz bir anlaşma imzalamış olan işadamı, yanımdaki idealist lise öğretmeni, çifte vatandaşlığı olan işçi ve öndeki sırada kucağında hiç durmadan ağlayan bebeği ile türbanlı anne… Hepimiz aynı anda konuşmaya başladık. Konuştuk da konuştuk, kendi insanlarımızdan şikayetler edip hadiseyi abarttık, ta ki sert çehreli hostes hepimizi azarlayana dek hiç susmadık: “20 yıldır bu meslekteyim, bir kere de sessiz sakin, kavgasız iniş yaptığımızı görmedim. İlla ki tartışma çıkar yolcular arasında…” Sus pus olduk. Suçluluk duygusuyla kapadık çenelerimizi. Neyse ki kemerlerinizi bağlayın sinyali o anda söndü de, hepimiz ayağa fırlayabildik. Ayağa kalkınca usulca çevirdim başımı ve hemen yan sırada yabancı olduğu her halinden belli uzun boylu, sarışın adamla göz göze geldim. Yüzündeki ifadeden az biraz Türkçe anlayabildiği ama az evvelki tartışmanın dinamiklerini kavrayacak kültürümüze aşina olmadığı seziliyordu. Durduk yerde çıkan bu tartışmayı anlamaya çalışıyor gibiydi. İncir çekirdeğini doldurmayacak bir hadiseye, Doğu-Batı, medeniyetler çatışması, Beyaz Türkler, Siyah Türkler gibi kallavi tartışma konularını sıkıştırmayı başarışımız karşısında hayretlere düşmüş gibiydi. Belki de bu Türkiye´ye gelen yabancıların tecrübe etmeleri gereken ilk şoklarından biri. Biz tutkuyla siyaset yapan bir milletiz. Böylesi tartışmalar gündelik hayatımızın ayrılmaz bir parçası. Mikro meseleleri makro konularla harmanlamaya ve içinden çıkılmaz hale getirmeye bayılırız. Eften püften bir mesele bir mesele bir de bakmışsın ideolojik ve sosyolojik ve hatta tarihsel bir tartışmaya dönüşmüş. İşte bizim gerçeğimiz. Birbirimizi cıkcıklaya cıkcıklaya yargılamayı severiz. Buna alışmak ülkemize gelen Batılılar için çok zor ama bir alışınca hoşlarına bile gidebilir. Ufacık meselelerden heyecanlanıp hemen köpürebilen sıcakkanlı insanlarız biz. İstanbul´a hoş geldiniz.
http://thegate.boyut.com.tr/index.asp?ct=459,460&a=2287