MARDİN Bilge Köyü’nden gelen acı haberi defalarca düşündük şimdiye kadar. Televizyonlardan duyduk, gazetelerden okuduk, aramızda kimbilir kaç kez konuştuk. Öğrendiğimiz her yeni ayrıntıyı birbirimize aktardık. Bindiğimiz taksilerde şoförlerle, girdiğimiz dükkânlarda esnafla, sokakta-işyerinde tanıdık tanımadık onca insanla uzun uzun konuştuk. Gene de ne zaman bu bahis açılsa, ilk defa duyuyor gibi irkiliyoruz. Bir yanımız hâlâ direniyor. Anlamamakta ısrar ediyor.
İçimizde sökemediğimiz bir şaşkınlık. Doğrusu şaşırmaktan tam olarak üzülmeye bile fırsat bulamadık!
Böyle bir katliamın yaşanmış olmasının yarattığı hayret, yarattığı hüzne ağır basıyor şimdilik. Biz milletçe böyle bir habere alışmadık! Böyle korkunç bir töre duymadık!
Kulak veriyorum söylenenlere, basında ve toplumda konuşulanlara. Katliamı gerçekleştirenlerin ne kadar “ilkel” ve “kötüötesi” insanlar oldukları söyleniyor. “Oralarda namus anlayışı farklıdır” deniyor. “İşte bu insanlar gelişmemişliğin ürünüdür...” gibi sözler sarf ediliyor. Habire her yerde “onlar”ın “biz”den ne kadar farklı olduklarının altı çiziliyor.
Bense başka bir yerden bakmayı teklif ediyorum. Ufak sorular sorarak meseleye yaklaşıyorum: Ya bu katliamı gerçekleştiren insanlar sandığımız gibi bizden çok farklı değillerse! Peki ya sandığımız kadar “kötü” değillerse? Sahi ya “sıradan” insanlarsa? En az sizin kadar, benim kadar, bizim kadar iyi ya da kötü, bizim gibi işte, üç aşağı beş yukarı.
Almanya’da Nazilerin yol açtığı yıkımın büyüklüğü ortaya çıktığında tüm dünya insanın insana edebileceği kötülük üzerine yakından düşünmek zorunda kalmıştı. O dönemde Nazi savaş suçlularının psikopat, cani ruhlu, doğuştan kötü kalpli insanlar olduklarına inanılıyordu.
Bunlar zalim, gözü dönmüş, toplumdan kopmuş insanlar olmalıydılar. Yoksa bir insan nasıl olur da kadın, çocuk, yaşlı, sakat demeden gruplar halinde tanımadığı insanları ölüme yollayabilirdi ki?
İşte bütün dünya Nazileri kötü kalpli insanlar olarak tanımlarken, o dönemde genç bir kadın filozof, bu meseleye bakışımızı tamamen değiştiren bir inceleme yayımladı. Kadının adı Hannah Arendt idi. Eserinin adı ise Kötülüğün Sıradanlığı!
Hannah Arendt Nazilerin sandığımız gibi “sıradışı caniler” değil, aslında gayet sıradan insanlar olduklarını; hiçbir şeyi sorgulamadan, hep emirlere itaat ederek yaşadıklarını, kısacası vazifelerini yapan ortalama bireyler olduklarını ortaya koydu.
Arendt’in kitabı o dönem kafaları epeyce karıştırdı. Zira Nazilerin cani olduklarına inanmak daha kolaydı. Ama eğer sıradan insanlarsa, yani sandığımız kadar farklı değillerse, belki de hepimizin kendi içimizdeki “potansiyel Nazi” ile yüzleşmesi gerek. Bu da zor. Çok zor!
Sonra dünya unuttu bu meseleyi. Ta ki 11 Eylül saldırılarına kadar. En son, Mumbai’deki korkunç terör saldırılarından sonra Hannah Arendt’i yeniden hatırladık.
Time dergisi Mumbai’de sivil ve masum insanların üzerine ateş açan teröristlerden sağ kalan tek kişinin hayat hikayesini yayımladı.
O hikâyeye yakından baktığınızda gene aynı şey çıkıyor karşınıza. Gözünü kan bürümüş bir adam değil, aslında tam olarak ne yaptığını bilmeyen, büyüklerine yaranmaya çalışan, etrafına şuursuzca uyan, emirlere körü körüne itaat eden, günün birinde para kazanıp sınıf atlama hayalleri kuran ortalama bir genç adam görüyorsunuz.
Mardin’de yaşananlara bir de buradan bakalım. Kendi akrabalarını çoluk çocuk kadın yaşlı demeden tarayan bu insanlar cani tabiatlı, doğuştan kötülüğe eğilimli sıradışı insanlar mı yoksa tam olarak ne yaptığını bilmeyen, şuursuz ama son tahlilde sıradan insanlar mı?
Ne yazık ki esas zor olan “kötülüğün sıradanlığı”nı anlamak ve aşmak!
07.05.2009