"Ben sizi seneler evvel ilk romanınız Pinhan ile tanıdım. O günden bugüne çıkan her kitabınızı okudum. Ama eskiden sadece benim yazarımdınız. Etrafımdakilere hep sizden bahsederdim. Şimdi herkesin yazarı oldunuz. Etrafımdakiler bana sizden bahsediyor. Bazen dayanamayıp arkadaşlarımı tersliyorum: Bana niye Elif Şafak anlatıyorsunuz diyorum. Yahu siz daha onun ismini bile duymamışken ben onu okuyordum. Daha hiçbiriniz keşfetmemiştiniz bile... Ama anlamıyorlar niye sinirlendiğimi. Ve ben bu yüzden sizden soğudum. Gene okuyorum her kitabınızı ama herkesle beraber okumak hoşuma gitmiyor. Keşke bu kadar meşhur olmasaydınız. Sırf benim yazarım olarak kalsaydınız."
Bana bunları söyleyen kişi genç bir kadın. Kalabalık bir salonun ortasında, son derece keyifli geçen bir edebiyat sohbetinin ardından söz alıyor. Yarı sevgi, yarı sitem dolu bir sesle şikayetini dile getiriyor. Dürüst ve dobra. Samimi ve hakiki. Ama gülüşmeler oluyor salonda. Diğer okurlar hınzırca sataşıyor kadına. "Ne yani sadece senin için basılsın romanlar, öyle mi? Senden başka kimse okumasın mı yani?" diyor arka sıralardan biri.
"Hatta kitapların üstüne özel okur baskısı yazılsın..." diye takılıyor bir başkası. "Her kitaptan bir adet olsun ortalıkta! Sadece sen oku."
Genç kadın aniden sinirleniyor. Bana eliyle salondakileri işaret ederek: "Bu insanlar sizi meşhur olduğunuz için okuyor. Allah bilir çoğu öyle. Halbuki ben sizi şöhretten evvel keşfetmiştim," diyor.
"Ne biliyorsun ya kimin niye okuduğunu?" diye çıkışıyor ön sıralardan bir üniversite öğrencisi. "Sen kendini niye başkalarından üstün zannediyorsun şimdi?"
Ve salonda bir dalgalanma daha oluyor. Fısıltılar, gülüşmeler, yorumlar.... Genç kadın etrafın tepkilerinden etkilense de kararlı bir şekilde gözlerimin içine bakıyor. Bir cevap bekliyor. Karşılıklı duruyoruz. Yüz yüze. Söylediğine göre on beş senedir kitaplarımı okuyor ve beni bu sene AŞK ile keşfedenlerle yan yana durmak istemiyor. O benim eski okurum, sadık okurum, samimi okurum, kırgın okurum, kıskanç okurum... Nasıl anlatsam ona hassasiyetini anladığımı ama resmin bir başka yüzü daha olduğunu? Nasıl anlatsam aslolanın "okur" ile "yazar" arasındaki değil, "okur" ile "kitap" arasında kurulan bağ olduğunu? Nasıl anlatsam kitapların yazarlarına değil, aslında onları seven, anlayan ve sahiplenen okurlara ait olduğunu? Nasıl anlatsam benim baktığım yerden tek tek her okurun ayrı, ayrıcalıklı ve özel olduğunu?
Roman sanatların en yalnızıdır. Başka hiçbir sanat dalı bu kadar yoğun, derin ve uzun süreli bir yalnızlık talep etmez. Elbette asosyal şairler, heykeltıraşlar, ressamlar, karikatüristler de vardır. Ama bu onların kişiliklerinden kaynaklanır, illa da yaptıkları işten değil. Halbuki romancı eserini yazdığı uzun zaman boyunca kafasındaki hayali karakterleri hayattaki hakiki insanlara tercih ederek marazi bir yalnızlık için yazmak zorundadır. Kozasından çıkamayan ipek böceği gibi gece gündüz didinerek. An gelir kozanın dışında bir hayat olduğunu bile unutur.
Romancı, sanatçıların en yalnızıdır. Hayatın hemen her alanında çalışan herkes şöyle ya da böyle başka insanlarla alışveriş halindedir ve "ekip çalışması" ne demek bilir. Başkalarıyla ortak iş yapmayı öğrenir. Bir yönetmen kendi egosunu oyuncuların egolarıyla dengelemek durumundadır. Bir müzisyen, bir aktör ya da sergiye hazırlanan bir ressam... Bir gazeteci, bir akademisyen ya da bir bankacı... Başkalarıyla ortak üretmeyi bilir. Bir tek romancılar başından sonuna uzuuun süreler boyunca som ve saf yalnızlık gerektiren bir iş icra ederler.
Roman okuru da okurların en yalnızıdır. Araştırma-inceleme, şiir, kısa hikaye, tiyatro eseri ya da akademik kitap okurları çok daha farklı bir tempoyla okurlar ellerindeki kitabı. Halbuki roman okuru eserini satın alır, evinin mahremiyetine çekilir ya da gider tenha bir köşe bulur veya kendini kalabalıktan soyutlar. Ve işte o halde, mutlak yalıtılmışlık ve yalnızlık içinde bu dünyadan koparak okur. İçsel bir yolculuğa çıkar. Bir başka kıtaya yelken açar. Bedeni buradadır ama zihni ve yüreği kuş gibi hayal alemine kanat çırpar.
Yazar ile okur arasındaki bağ işte bu "saf yalnızlık ilkesi" üzerinden kurulur. Bir sırdaşlık halidir bu. Bir ruhdaşlık halidir. Yazar, kitap ve okur arasında yatay bir bağ vardır. Bir nevi ruh akrabalığı.
Öte yandan yazar ile yazı aynı değildir. Bir yazarın kişiliği berbat ama yazısı harika olabilir. Ya da kendisi pek hoşsohbettir ama kalemi kuvvetli değildir. Yazarlar fani, aksi ve arızalı insanlardır. Huysuz, geçimsiz, kaprisli... Pek çok şey olabilir. Ama onların sıfatlarının hiçbir önemi yoktur. Aslolan kitabın sıfatlarıdır. Eserin nitelikleri!
İki okur düşünün. İki iyi arkadaş. Aynı kitabı okurlar ama tamamen farklı sayfalarda duraklayarak, farklı karakterlere yakınlık duyarak. Nasıl ki parmak izlerimiz birbirine benzemiyorsa, hiçbir okurun okuma biçimi bir başkasınınkine benzemez. Bir romanı çok sayıda insan okuyabilir ama herkesin okuması ayrı ve özeldir. Bir metni sadece onu yazan kalem değil, aynı zamanda onu okuyan göz de inşa eder! Bu yüzden bir romanı beş kişi de okusa beş yüz bin kişi de, herkesin okuması tek ve biriciktir!
Ben bunları söyledikten sonra ılık bir hava esiyor salonda. Genç kadın mütebessim bakıyor ve artık kimse kimseye takılmıyor. Ve o sessizlikte ben bir kez daha anlıyorum ki hepimizin yüreği tıp tıp benzer taleplerle atıyor. Her birimiz özel olmak istiyoruz. Okur yazarının gözünde özel, yazar okurunun gözünde özel...
28.06.2009