HANİ habire yeni şeyler "öğrenmek" istiyoruz ya. Birileri hakkında araştırmalar yapıyor, eski bilgilerimizin üzerine yenilerini ekliyor, kallavi teoriler inşa ediyor, varsayımlarda bulunuyoruz ya... Halbuki keşke öğrendiklerimizin çoğunu unutabilsek. Hani her bahar sadece evlerimizde değil hafızamızda da temizlik yapabilsek. Sık sık sıfırlanabilsek. Zihnimizin perdelerini açabilsek. Dışarıda uzanan sonsuz semayı görebilsek. Bir gün de bize birisi hakkında fikrimiz sorulduğunda "bilmiyorum ki" diyebilsek. "Bilgi" insanı daha olgun, daha alim, daha uzman yapmaz her zaman. Bilgi bazen de perdeler çeker insanın gözüne ve gönlüne. Bilgi zor bir emanettir taşımasını bilmeyene.
Dünyanın her yerinde ünlü insanların kaderidir bu: Onlar hakkında herkes bir şeyler "bilir". Ya da bildiğini zanneder. Ünlülerin ne zaman, kimin tarafından ve ne kadar tanınmak istediklerini ayarlama şansları yoktur. Çok sayıda insan onlar hakkında ileri geri konuşur. Yakıştırmalar yapar, hem de büyük bir kesinlikle. Ünlü insanlar hiçbir zaman kendilerini tam olarak anlatamazlar.
Başkalarının gözündeki imajları ile yalnız kaldıklarında ortaya çıkan kişi arasında kapanmaz gedikler vardır hep. Bazen en yakınları bile anlayamaz bu bölünmüşlüğün derinliğini. Bunu en güzel Rita Hayworth ifade etmiştir bugüne kadar. Dünya sinema tarihinin en unutulmaz filmlerinden Gilda sayesinde muazzam bir başarı ve şöhret yakalamış, ama özel hayatında mutsuzluk üstüne mutsuzluk tatmıştır. "Sevdiğim bütün erkekler Gilda ile evlendi. Ama sabah benimle uyandılar..." Ünlüleri uzaktan sevmek daha kolaydır bu yüzden. Bir serabı seyreder gibi...
Ve öldüklerinde geride efsaneleri kalır. Bazen o efsane o kadar büyük ve bulanıktır ki içindeki hakikati kimse bilmez, bilemez. Tıpkı Michael Jackson örneğinde olduğu gibi... Muazzam bir roman karakteri olabilirdi Jackson. Hem de başrolünü oynadığı romanda hiç yer almadan. Farklı insanların gözünden anlatılabilirdi.
Kardeşlerinin, çocuklarının, hayranlarının ve sevmeyenlerinin gözünden ayrı ayrı. Parçaları birleştirdiğinizde bile tamamlanmayan bir puzzle olarak kalırdı. Hep bir bilinmeyen olurdu formülünde. Bir esrar kuyusu resmin orta yerinde. Sanatçının cenaze töreninde konuşulanları izliyorum. Hakkında yazılanları okuyorum. İnternetteki atışmaları takip ediyorum. Sevenleri kadar belli ki sevmeyenleri de var. Herkes bir noktadan bakıyor. Herkes kendi gözündeki perdelerden mesul bu dünyada.
Bu hafta bir sanat tarihçisi "ünlüler ve haklarındaki efsaneler" hususunda mevcut bilgilerimizin ne kadar yarım yamalak, hatta yalan yanlış olabileceğine dair müthiş bir örnek sundu. Bugüne değin Vincent van Gogh´un deliliğin eşiğinde bir sanatçı olduğuna inandık hep.
Ünlü ressamın ruhsal bir buhran anında kendi kulağını kestiğini, sonra da acısına rağmen oturup otoportresini yaptığını sanırdık. Halbuki yeni çıkan bir kitaba göre tüm bunlar sadece safsata. Vincent van Gogh tutup kendi kulağını kesmedi. Hakikat bambaşka. Ve çok daha az "romantik" aslında.
İddiaya göre Vincent van Gogh´un kulağını bir başka ressam kesti: Paul Gauguin. Usturayla filan değil, basbayağı kılıçla. Hem de kavga ederlerken. Üstelik bir kadın meselesi yüzünden. Aynı kadına kapılan iki koca adam, iki yetenekli ressam. Biri kılıcını çeker berikinin kulağını uçuruverir.
Gauguin kanı görünce panikler, yaptığından utanır ve kaçar. Van Gogh ise kimseye bunu anlatmaz. Olayı örtbas etmeye çalışır. Zaten herkes onun hafif kaçık olduğuna inanmaktadır. Bu hadiseden kısa bir süre sonra akıl hastanesine kaldırılır.
Eğer bu yeni iddia doğruysa, Vincent Van Gogh hakkındaki nice kanımız çürümüş olacak.
Deliliğe demir atmış, ne zaman ne yapacağı belli olmayan bir adam yerine vefalı bir dost olarak göreceğiz ünlü ressamı. Tablo tamamen değişecek. Ve bir şey daha var aklımı kurcalayan. Eğer Gauguin, van Gogh´un kulağını kesmeseydi (ya da eğer van Gogh kulağının nasıl kesildiğini anlatıp arkadaşından şikayetçi olsaydı), kaderi bambaşka olabilirdi. O zaman Vincent van Gogh bir sonbahar sabahı akıl hastanesine yatırılmazdı. Oradaki akıl hastalarının durumunu görüp depresyona girmezdi. İçine kapanmazdı. Ve kimbilir belki de sonu böyle olmaz, hadiseden yedi ay sonra intihar etmezdi...
Ünlüler hakkında yazmak, aynalarla dolu bir salonda yürümek gibi. Bilemiyorsunuz ki nerede başlıyor hakikat, neresi tamamen hayal perdesi...
09.07.2009