Herkesin karşı çıktığı aşklar vardır. Herkes karşı çıktığı için daha da derinleşen, pekişen..... Bazı çiftler aşklarını tüm dünyaya karşı verilmiş bitmez bir mücadele gibi yaşar. Her gün, her an kendilerini savunmak durumunda hissederler. Çiftin birliktelikleri psikolojik bir savaştır. Ve her savaşta olduğu gibi bunun da iki tarafı vardır: "Biz" ve "onlar".
"Biz" iki kişiden oluşur. İki sevgili. O kadar. "Onlar" ise alabildiğine geniş bir kategoridir: Akrabalar, arkadaşlar, köşedeki bakkal, üst kattaki komşu, bütün toplum... cümle kâinat. Ağız birliği etmişçesine hemen herkes onları ayırmaya çalışır ya da onlar öyle sanır. Bu yüzden daha da kenetlenir, birbirlerine yapışırlar. Çifti bir arada tutan temel dinamik içeriden değil, dışarıdan gelir. Etraftan ne kadar tepki görürlerse, o kadar sıkı tutunurlar birbirlerine. Başkalarının kem bakışı, zehir dili, ayıplaması ya da kınaması doğal bir zamk olur onlara. Bu sayede daha da yaklaşır, yakınlaşırlar. Halbuki kendi hallerine bırakılsalar, etraftan bu kadar muhalefet görmeseler belki de kısa bir süre beraber olup ayrılacaklardır. Sırf bu kadar çok tepki gördükleri için böylesine ayrılmaz olurlar. Tüm dünyaya inat kurulan evlilikler vardır.
ONLARINKİ ÖYLEYDİ...
Dünya tarihinin gelmiş geçmiş en olaylı, en yıpratıcı ve şüphesiz en çok konuşulan birlikteliklerinden biriydi onlarınki. Tanıştıklarında adam 46, kadın 22 yaşındaydı. Adam ünlü, kadın ünsüzdü. İkisi de ressamdı. Adam yetenekli, kadın ondan da yetenekliydi. Adam benmerkezci, kaprisli ve talepkâr iken kadın kat kat zor bir kişiliğe sahipti. Kadın adamın öğrencisiydi. Ve adam evliydi.
Hem bu kadar "yanlış" duruyorlardı yan yana, yanlış ve imkânsız; hem de tuhaf bir şekilde birbirleri için yaratılmış gibiydiler. Sanki doğdukları andan tanıştıkları ana kadar geçen her sene öylesine yaşanmış bir zaman diliminden ibaretti. Asıl hayatları birbirleriyle tanıştıktan sonra başlayan hayatlarıydı. Daha önceki her şey hayaldi; bir şiirin doldurma dizeleri gibi.... Ömürlerinin esas şiiri şimdi başlayacaktı. Farklılıklarında, zıtlıklarında garip bir manyetik çekim vardı. Ama belki de tutkularını alevlendiren ateş etraftan gördükleri çetin muhalefet oldu. Evlenmeye karar verdiklerinde en büyük tepki ailelerinden geldi. Bilhassa kadının ailesi baştan karşıydı bu birlikteliğe. Kızlarına ´güvercin´, adama ise ´fil´ adını takmışlardı. "Siz söyleyin" diyordu kadının annesi komşularına. "Söyleyin ne olur. Güvercinle fil hiç yan yana gelir mi?
Adam iri yarı ve çirkinceydi. Gözlerinde dinmeyen delişmen bir parıltı vardı. Cüssesi kocaman, kahkahası gürültülü, yüreği ise billur bir kadeh gibi kırılgandı. Heybetli, iddialı, sakınmasız, karizmatik bir sanatçıydı. Sıradışıydı. Varlığı göz dolduruyor, her yaptığı konuşuluyordu. İsmi de kendisi gibi görkemliydi: Diego María de la Concepción Juan Nepomuceno Estanislao de la Rivera y Barrientos Acosta y Rodríguez. Tüm dünya onu başka bir isimle tanıdı: Diego Rivera.
Kadın ufak tefekti. Kişiliği köşeli, bakışları sert, dili sivriydi. Güzel sayılmazdı ama hemen herkesin kabul ettiği garip bir efsunu vardı. Bedeni yaralıydı. Zahirde ve batında yaralı. Sağ bacağı sol bacağından inceydi. Çocukken geçirdiği bir hastalığın mirası. Yaşıtlarının yanında kendini hep çirkin ve fiziksel olarak eksik hissetmişti. Yetmezmiş gibi genç yaşta geçirdiği ağır bir trafik kazası onu sakat bırakacaktı. Tedavi görse de belinde, sırtında, boynunda kalıcı ağrılar olacak ve ömür boyu çocuk doğuramayacaktı. Ama ona acımaya kalkanlara müstehzi bir tebessümle tepeden bakmayı başardı. Toplumun gözünde "noksan" bir kadın olmayı kesinkes reddetti. Frida Kahlo´ya acımak kimsenin haddine değildi. Asi, dik başlı, çetin ceviz, deli güzel bir enerjisi vardı. Taşkın nehirler gibi yerinde duramıyor, kabına sığamıyor, kaderine razı olamıyor, sıradanlığa tahammül edemiyordu. Bedenini saklamak için uzun, kabarık etekler giyerdi. Ruhundaki fırtınayı saklamak içinse çekingen değil, suskun değil, girişken ve geveze olmayı tercih etti. Kendi kendine bir karar almıştı. Bu dünya onu yaralamış, hırpalamış, acıtmış olabilirdi. Ama ne yaparsa yapsın onu asla korkutamayacaktı. Frida Kahlo doğuştan savaşçıydı. Aşkını da bir savaş gibi yaşaması tesadüf olabilir mi?
Kadın adamla tanıştığında ondan evvel onun yeteneğini sevdi, sanatını sevdi, resimlerindeki derinliği, deliliği, dehayı sevdi. Adamın bunalımlarını, buhranlarını ve en sonunda bedenini sevdi. Beden dediğin sadece bir kabuktan ibaretti. Üzerimize yapıştırılmış boyalı bir kıyafet işte. Kadın adamın özünü sevdi.
Bazen yazı masamda oturur, bakarım resimlerine. Frida ve Diego. Diego ve Frida. Fotoğraflarını, tablolarını, oto portlerini seyrederim uzun uzun. Bilmem hangisine daha çok hayret ederim: Yan yana ama bu kadar uzak ve kopuk olabilmelerine mi yoksa böyle farklı, hatta zıt ve sert oldukları halde bu kadar tutkulu ve aşık kalabilmelerine mi? İki deli, kederli, yaratıcı, yıkıcı enerji topu. Çarpışan, çatışan, sevişen, kanatan, yaralayan ve yaralı.
Herkesin karşı çıktığı aşklar vardır. Herkes karşı çıktığı için daha da derinleşen, pekişen... Ama kim ne derse desin, komşular ve etraf ve dünya ne kadar dedikodusunu yaparsa yapsın, bir fil ile bir güvercin pekâla birbirlerine aşık olabilir... Zaten aşk dediğin, ardında ne olduğuna kimsenin akıl sır erdiremediği kadife bir esrar perdesidir.
19.07.2009