Adam son derece zeki, mantıklı ve donanımlı. Tam bir kitap kurdu. Hep okuyor, hep okuyor. Beyninin içinde devasa bir bilgi küpü taşıyor. Ne zaman konuşsa, o küpten kepçe kepçe bilgi çıkarıyor. Ne yakışıklı olduğu söylenebilir, ne de çekici. Ama tuhaf bir tılsımı var ki herkes farkında. Konuştuğu zaman bir sessizlik oluyor etrafında. Dinliyor insanlar. Dinliyorlar sözlerini. Gençler ona kulak veriyor bilhassa. Bir ders niteliğinde her bir kelimesi. O konuştukça muhakkak birileri notlar alıyor. Sözleri ve çözümlemeleri her yerde tartışılıyor. Adam bıraktığı etkiden içten içe hayli memnun. Zekası ve birikimiyle gurur duyuyor. Kibir, ince bir tül perde gibi üzerini örtüyor. Öylesine hafif, öylesine kibar ve uzaktan görünmez nitelikte. Herkes fark edemiyor.
Adam üniversitede profesör. Öğrenciler ve asistanlar yetiştiriyor. Yazdığı makaleler ve kitaplar tüm Avrupa’da konuşuluyor. Adam iddialı. Yüzyıllardır süregelen bütün bir Batı felsefesini “metafizik” olmakla eleştiriyor ve kendisini bu külliyattan tamamen ayırıyor. Ve insanın varlığının anlamı -ve anlamsızlığı- üzerine yazıyor. Diyor ki insan bu dünyaya bırakılmıştır. Öylece, bir başına, ölüme dek sürekli debelenmek üzere azalmayan bir bırakılmışlık duygusu… İnsan burada-bir-varlık olarak seçimlerini yapmak, sonuçlarına katlanmak, çabalamak ve sonunda bu şekilde ölmek üzere yeryüzüne bırakılmıştır. Bu formülün dışına çıkamaz. Adamın felsefesi ilk duyuşta hüzünlü geliyor kulağa, oysa o hüzünden zerre kadar hazzetmiyor. Duygusal biri olduğu söylenemez. Tam tersine, yüreğinden ziyade aklını ve mantığını kendine rehber yapıyor. İnsanın ruh halini ve insan olmanın ağırlığını, hastasını ameliyat eden bir doktor titizliğiyle masaya yatırıp irdeliyor. Elinde neşter yerine kelimeler….
Adam ünlü bir filozof: Martin Heidegger. Adam Alman. Muhafazakar. Evli ve karısı ondan daha muhafazakar. Sene 1930’lar. Yükselen değer Nazizm. Adam ve karısı Hitler’e hayran. Karısının Hitler’e hayranlığı kudretli bir lidere tapınma şeklinde. Adamın hayranlığı ise daha karmaşık, daha derin. Onu tarihin akışını değiştirecek bir güç olarak görüyor. Öyle ki derslerinde, Hitler’in Almanya’nın başına gelebilecek en iyi lider olduğunu söylüyor. Ve Nazizmin düşmanı olarak gördüğü kişi ve kimlikleri sıralıyor. Adam her dersinde Yahudi aleyhtarı, solculuk ve solcular aleyhtarı sözler sarf etmekten geri durmuyor. Zihninde siyah-beyaz diye ayırıyor insanları. “Bizden olanlar” ve “Bizden olmayanlar” diye keskin ayırımlar yapıp, “bizden olanlar”ın üstünlüğüne inanıyor. Böylece hemen her felsefe dersi ateşli siyasi nutuklarla son buluyor.
Adamın sınıfındaki öğrencilerden biri alımlı bir genç kız; henüz 19 yaşında. Girişken, çalışkan, meraklı ve akıllı. Zekası zehir gibi, yüreği kıpır kıpır. Adı Hannah. Kuşaklardır her bir ferdi solcu olagelmiş bir aileden geliyor. Kendisi de sol görüşlü. Üstelik Yahudi. Radikal fikirli, devrimci, idealist ve romantik. Ve işte böyle delidolu bir genç kız tutup, babası yaşındaki, evli barklı ve ideolojik olarak tam ters cenahta duran hocasına aşık oluyor.
Aşkın halleri tuhaftır. Bir formüle sığmaz. Uzaktan bakmakla anlaşılmaz. Aslında her zaman bir çılgın yanı vardır aşkın. Mantığa sığmayan bir deli damarı, tıp tıp atan. Ama insanlık tarihinde çok az aşk hikayesi Martin Heidegger ile Hannah Arendt’in tam kırk yıl süren duygusal dansı kadar ilginç olabilir. 1930’larda, Hannah henüz bir genç kız iken başlayan bu ilişki 1976 senesinde Heidegger ölene kadar dinmedi. Tüm çelişkileri, açmazlarıyla beraber…
Nazizm Almanya’da doludizgin yükseldikçe Heidegger’in Hitler hayranlığı katlanarak arttı. Bu hayranlıktan çıkar da sağladı, kariyerinde hızla yükseldi, üniversiteye rektör oldu. Böylece derslerinde Yahudiler aleyhine konuşan, bölüme solcu akademisyen almayan ama ders çıkışı gizli gizli Yahudi ve solcu sevgilisiyle buluşan bir adam haline geldi. Karısı ile sevgilisi arasında dağlar kadar fark vardı. Dünya görüşleri, kişilikleri, hatta görünüşleri taban tabana zıt bu iki kadın arasında senelerce mekik dokudu. Sevgilisinin yanından ayrılıp karısının yanına gitti her akşam. Sabah çelişkilerini sindirmiş vaziyette gene ders vermeye koştu, üniversiteye. Ve kıskandı. Hem de çok. Sevgilisini başka erkeklerden kıskanmak değil mesele, o esas sevgilisinin zekasını ve başarısını kıskandı. Birlikte olduğu kadınların kendinden birkaç adım geride yürümesine alışkındı. Hannah’nın felsefe alanındaki yükselişini ilk başlarda gururla ama daha sonra huzursuzlukla izledi. Boynuz kulağı geçecek gibiydi. Ve ünlü profesör bundan hiç hazzetmedi.
Öte yandan Hannah da çelişkilerle doluydu. Aşık olduğu evli adamın yanlışlarını görüyor ama görmezden gelmeyi tercih ediyordu. Ne onunla yapabiliyor, ne onsuz olabiliyordu. Bu zeki, akıllı ve başarılı kadın, sevgilisinin kusurlarını örtmek için senelerce kendi kendini kandırdı. Heidegger ne zaman ırkçı bir laf etse, sebebini karısı olarak gördü. Muhafazakar karısının yüzünden onun böyle davrandığını düşündü. Bir boşansalar değişecekti elbet. Ne var ki adamın boşandığı yoktu. Farkında bile olmadan Hannah kadınların yüzyıllardır yaptıkları o en eski, en berbat hatayı tekrarladı. Sevdiği adamın yanlışlarından, dosdoğru kendisini değil, bir başka kadını sorumlu tuttu.
Sene 2010. Onlara bugünden bakıp, uzaktan ahkam kesmesi kolay. Muhakkak ki bu aşkın hiç anlayamayacağımız boyutları var; her imkansız aşk hikayesinde olduğu gibi. Bugünlerde Avrupa’da Heidegger hakkında hayli ses getiren iki kitap birden çıktı. Biri onu yerin dibine batırıyor, diğeri ise göklerde yüceltiyor. Biri kıskanç ve kibirli bir narsist olarak ele alıyor, diğeri ise çığır açmış bir filozof olarak. İkisini de okumak lazım belki de. Ve unutmamak lazım ki hakikat ne siyah ne beyaz. Hakikat hep arada bir yerde, grinin tonlarında….
25.10.2009