KONUŞMAYI seven bir toplumuz. Dinlemeyi ise daha az. Tartışmayı seven bir toplumuz. Uzlaşmayı ise daha az. Özellikle mesele gündelik siyasetle bağlantılı olduğunda başlıyoruz hararetle atışmaya. Ortak noktalarımız yerine farklılıklarımız üzerinde durmayı daha çok seviyoruz. Televizyonlarda, radyolarda, yazılı basında olduğu kadar sokakta, meydanlarda, kahvehanelerde tartışıyor da tartışıyoruz. Ama ne kadar konuşkan olsak da bir türlü tam olarak açamadığımız, dolayısıyla aşamadığımız meseleler de var. Doğrudan siyasetle ilgisi olmayan, hayatın içinden süzülmüş meseleler. Aile yapılarımızı zedeleyen, geleceğimize gölge düşüren, fazlasıyla derin, içimize işlemiş, söküp atması zor meseleler... Kadına yönelik şiddet gibi.
Bu ülkede kaç kadın, kocasından dayak yiyor dersiniz? Kaç kadın, hayatının hakikatlerini makyaj üstüne makyaj yaparak kapatmaya çalışıyor? Nişanlıyken şiddete uğrayan kadın, "Evlenince geçer" zannediyor. Evliyken hırpalanan kadın, "Hamile kalınca geçer" zannediyor. Hamileyken şiddet gören kadın, "Çocuk doğunca düzelir" zannediyor. Birinci çocuğunu emzirirken hırpalanan kadın, "İkinci doğunca düzelir" zannediyor. Çocuklarının gözü önünde dayak yiyen kadın, "Bir gün elbet düzelir" zannediyor. O beklenen günün hiçbir zaman gelmediğini gören kadın, en nihayetinde acısını, kırgınlığını bastırarak yaşamaya alışıyor.
Erken yaşlanıyor kadınlarımız. Vaktinden evvel soluyorlar. Hayallerini erteleye erteleye bir gün artık hayal bile kuramaz oluyorlar. Ve o kırgın kadınların yetiştirdikleri erkek çocuklar, bilerek ya da bilmeyerek aynı modeli tekrarlayarak büyüyorlar ya, bu zincir bir türlü kırılmıyor. Kuşaktan kuşağa devrederek devam ediyor aile içi şiddet. Babasının annesini dövdüğüne senelerce tanık olan erkek çocuğu gün geliyor, kendini kız kardeşinin hamisi zannediyor. Mahallenin namusu ondan sorulur zannediyor. İleride kendi nişanlısına ya da karısına ona ait bir varlık muamelesi yapmaya başlıyor. Sorunlu babalar, sorunlu oğullar yetiştiriyor.
*
Biz her ne kadar kendimizi ve tüm enerjimizi "daha mühim" meseleleri tartışmaya versek de, bu arada içten içe, sözlü ve fiziksel şiddet, aile hayatlarımızı kemirmekte. Hem gözümüzün önünde oluyor her şey, hem habire görmezden geliyoruz. Komşudan dayak sesi geliyor, kapılarını bile çalmıyoruz; televizyonun sesini açıyor, duymazdan geliyoruz. Sülalelerimizde hangi amcanın, hangi dayının karısını, kızını dövdüğünü biliyor ama o insanı asla eleştirmiyoruz. Biz bu konuyla yüz-leş-mi-yo-ruz. Kadına yönelik şiddet, ne hükümetin gündeminde öncelikli bir madde, ne muhalefetin. Ne ordunun, ne parlamentonun, ne sivil toplum kuruluşlarının. Bir toplumun yapısını ve geleceğini bu kadar karartıp da böylesine ihmal edilen başka hiçbir konu yok.
Ve olur da hâlâ bu konuyu "tali bir mesele" addeden varsa, tek ricam bu hafta açıklanan "Kadına Yönelik Şiddet Araştırması"nın raporlarını okumasıdır. Bu tür araştırmaları yapmak son derece zordur. Zira pek çok kadın uğradığı şiddeti dile getiremez, anlatmaya cüret edemez. İstatistiklere yansıyan genellikle aysbergin ucudur. Buna rağmen raporun sonuçları dikkat çekecek kadar vahim. Anlaşılan o ki, eğitimsiz kadın da şiddete uğruyor, eğitimli kadın da. Köylü kadın da şiddete uğruyor, şehirli kadın da. Yani profesör de karısını dövüyor, işçi de. Ve raporun bence en acı, en çarpıcı bulgusu: Hamile kadınların uğradığı şiddet. Hamileyken kocalarından dayak yiyip çocuğunu düşürme noktasına gelen ne kadar çok kadın var bilmediğimiz.
Peki şimdi biz böyle temel bir konuda bile bir araya gelemeyecek miyiz? Sağ basından sol basına gazeteler ve televizyonlar, radyolar ve internet siteleri el birliğiyle bir çatı altında buluşup "kadına yönelik şiddet" konusunda duyarlı bir kampanya başlatmaktan aciz miyiz? Bir şeyler yapmalıyız. Ve değişmeye kendimizden, kendi ailelerimizden başlamalıyız. Kendi çevremizden başlayarak halka halka... Bir gün elbet kadınlarını dövmeyen bir toplum olacağız. Ama bunun için şimdiden bilinçlenmek ve artık uyanmak durumundayız.
26.11.2009