Sabahın erken saati. Henüz gün ağarmamış. Arafta bir zaman. Gece ile gündüz arasında bir eşikte durmaktayız. Paris’te bir çöpçüler uyanık bu saatte, bir kaldığım otelin resepsiyonunda çalışan adamcağız, bir kahvaltı hazırlayan Lübnanlı aşçı kadın, bir de ben. Hep beraber geceyi bekliyoruz, nöbet tutar gibi. Onlar iş icabı uyanıklar, görev icabı ayaktalar. Benimse özrüm yok. Açıklayamıyorum kendi kendime neden bu uykusuzluk. Gene baykuş modundayım. Baykuşun gececiliği var bende ama bilgeliği ne gezer. Biri olmuşken, bari öteki de olsaydı.
Çöpçüler, aşçı kadın, resepsiyon görevlisi ve ben, arada birbirimize bakıyoruz göz ucuyla. Herkes bir an için kendini diğerinin yerine koyuyor belki de. Ben, “Paris’te çöpçü olsam hayatım nasıl olurdu acaba?” diye düşünüyorum. Bana bakan çöpçü ise muhtemelen şöyle geçiriyor zihninden: “Bu turistlerin hepsi kafadan çatlak! Delinin zoruna bak kalkmış bu saatte. Ben böyle otelde kalacağım, işim gücüm olmayacak, bu kadar erken kalkar mıyım hiç? Yatarım horul horul, sabah da kahvaltıyı ayağıma getirtirim valla. Bunlarda akıl yok akıl.”
Çöpçü düşündüklerini arkadaşlarıyla paylaşıyor olmalı ki tüm çöpçüler bana bakıp gülüşüyorlar. Bu saatte bu neşe. Onların gözünden bakıyorum kendime. Garfield gibi burnunu cama yapıştırmış merakla dışarıyı seyreden bir kadın görüyorum. Yabancı, yabani. Sakin, dingin ve normal. Peki “normallik” kadar içinde, ta derininde “delilik” barındıran başka bir hâl var mı? Resepsiyondaki adam sabah gazetelerini yerleştiriyor uyuşuk bir edayla; aklı burada değil evinde, sıcak yatağında karısıyla uyumak istiyor. Aşçı kadın en hareketli olanımız. Durmadan çalışıyor. Arapça bir şarkı mırıldanıyor. Tek duyduğum kelime “habibi”. Kim acaba sevdiği? Yanında mı uzakta mı? Kırgın mı kalbi yoksa onanmış mı? Nasıl bir hayat onunki?
Dün akşam sokağın köşesinde duran dilenci kadın henüz işe çıkmamış. Ne yapıyor acaba? Hani herkes işe giderken “daha iyi” giyinir ya, elinde geldiğince. Onun mesleğinde işe giderken “daha kötü” giyinmek lâzım, acındırmak kendine, zavallılaşmak mümkü mertebe. Romanya doğumlu olduğunu söylemişti sorduğumda. Sen kalk, Romanya’dan yollara düş, Paris’e gel, daha iyi bir hayat uğruna bunca yol bunca göç. Sen kalk yollara düş, akrabalarınla kalabalık bir ev tut, çoluk çocuk kuzen amca. Sen kalk sabahları hazırlan, işe gider gibi dilenmeye git. Yanından şık hanımlar, acelesi olan beyler geçsin. Geride parfüm kokularını ve ayak seslerini bıraksınlar. Yanından hayat gürül gürül aksın ve sen oturduğun yerden seyret; kızmadan, öfkelenmeden, kendini dışlanmış hissetmeden. Nasıl bir hayat? Sorsam anlatır mı? Yoksa “Sana ne be kadın?” deyip kovalar mı beni? Neden bu kadar merak ediyorum başkalarının hayatlarını? Görünmez bir dürbünle etrafı dikizler gibiyim. Dürbünle dikizlerken yakalanmışçasına utanıyorum bazen. Belki de biz yazarlar, doğada gördüğü parlak nesnelere meyleden saksağanlar gibiyiz; başkalarının hayatlarından ilham, hüzünlerinden hikâyeler topluyoruz. Gagamızın ucunda kelimeler... Derken topladığımız hikâyelerdeki hüzünler o kadar ağır geliyor ki kanatlarımıza, bu sefer de mavi semada kaçacak yer arıyoruz.
Oysa en büyük yazar Tanrı. En kadim ve kalıcı kitaplar O’nun eseri. O’nun yazdığı bir koca romanda hepimize irili ufaklı roller düşmüş gibi hissediyorum bazen. Herkes bir karakter bu metinde, herkes farklı bir renk. Ve tıpkı roman kahramanları gibi bizler de bilmiyoruz on sayfa sonra başımızdan neler geçeceğini. Koşturuyoruz gene de. Tek tek rollerimiz ya da repliklerimiz hem önemli, hem önemli değil. Tanrı’nın yazdığı bu hikâyede payımıza ne düştüğünü bilmediğimiz gibi merak bile etmiyoruz çoğu zaman.
Henüz saat dört ama dayanamıyorum, Eyüp’e telefon ediyorum.
“Awghhh?” diyor uykulu bir ses. “Alo” demeye çalıştığını tahmin ediyorum.
“Eyüp günaydın, en büyük yazar Tanrı ve biz hepimiz O’nun yazdığı roman karakterleriyiz” diyorum.
Derin bir sessizlik oluyor karşı tarafta. “Ne düşünüyorsun?” diye soruyorum.
“Acaba seni niye böyle bir karakter yaptı diye düşünüyorum? Bana ceza olsun diye mi?” diyor.
Alınmıyorum. “Peki roman karakterleri romanın gidişatını etkileyebilir mi? Önceden yazılmış ve bitmiş, şimdi sadece canlandırması kalmış bir hikâyenin içinde miyiz? Yoksa her an yeniden yazılan, dolayısıyla başı sonu değişken bir hikâye mi?”
“Gene gittin yollarda varoluş krizine yakalandın değil mi?” diyor Eyüp. “Sen şimdi kapa telefonu, derin bir nefes al, git elini yüzünü yıka. Merak etme, İstanbul’da ayakların yere basar.”
Yolculuklar bizi hüzünlendirir. Evinden, ailenden, işyerinden, dostlarından, alışkanlıklarından kısa bir süre için de olsa kopmak insana aslında her şeyin ne kadar geçici olduğunu gösterir. Yolculuklar bizi neşelendirir. İnsanlığın evrensel ve sarsılmaz güzelliklerini gösterir; kardeşliği, ruhdaşlığı, dayanışmayı. Yolculuklar bizi değiştirir; başka bir insan hâline getirir. Her yolculuğa çıkışta “Eski Ben”i geride bırakırız. Tez gidip tez gelelim diye su döker peşimizden. Çocukluğumdan beri yolculuk etmeyi sevdim. Yolculuklarda yazmayı, okumayı, hayaller kurmayı. Ama bazen bir virüse yakalanır gibi tutuluruz YEBVAK’a. “Yolculuklar Esnasında Beliren Varoluş Analizi ve Krizi”ne. Yakalananlar bilir.
13.12.2009