ESKİ kelimedir "cinnet". Cinlerle ilişkilendirir; sebebini bilemediğimiz, önüne geçemediğimiz ani ve tehlikeli kişilik değişimlerine bu ismi veririz. Eski kelimedir ama biz eskiden "cinnet"i değil, "mecnun"u bilirdik. Mecnun hayali bir karakter değil, adeta bir "hâl" idi. Semboldü. Öyle bir delilik hâli ki, kimseye zarar vermez, karıncayı incitmezdi; zararı varsa şayet bir kendine, kendi sırça yüreğine. Deliliklerimiz aşktandı o zamanlar, kavuşamamaktandı tüm kendini bilmeyişlerimiz, kaybedişlerimiz, serzenişlerimiz. Şimdilerde değişti bu hâl, mecnunluğu unutur olduk. Onun yerini "cinnet" aldı, gündelik hayatımızın neredeyse parçası oldu bu kavram. "Trafik" gibi, "zam" gibi bir kelime, istemesek de modern hayatın içinde. Ne kadar çok erkek ve kadın var cinnetin eşiğinde. Her yaştan, her kesimden, her şehirden...
Bu hafta Rize´den gelen haber hepimizi sarstı. Gencecik bir kadın, bir polis eşi, özverili bir anne, on bir senelik kocasını ve çocuklarını vurduktan sonra intihar etti; bir aile söndü. Haber son derece üzücü ama ne yazık ki ne ilk ne de son. Hemen her hafta benzer hadiseler okuyor, duyuyoruz. Kıskançlık krizine yakalanıp eşini vuran kocalar, geçimsizlik canına tak edince kocasını vuran kadınlar, çocuklarını öldürüp intihar eden anneler, nişanlısını öldüren erkekler... Sorunlar birikiyor, üst üste yığılıyor: Geçim sıkıntısı, sevgisizlik, sözlü veya fiziksel şiddet, duygusal esaret... Bu toplumda en büyük acılar aile içinde çekiliyor belki de, yakınlar arasında. İnsan en büyük zararı sevdiklerine veriyor.
*
Bilhassa kadınlar, bilhassa biz. Kadınlar en çok sevdiklerini incitiyor ve gene en çok sevdikleri tarafından incitiliyor. Yüreklerinin kapısını açtıkları insanlardan alıyorlar en ağır darbeleri. "Kamusal alan" diye tanımlanan ve daha çok erkeklere has olan alan tüm gerilimleri, rekabetleri ve çekişmeleriyle ortada. Gözler önünde. Peki ama ya özel alan? Ya gözlerden uzak olan ve daha ziyade kadınların alanı olarak tanımlanan "özel alan"da kopan fırtınalar, yaşanan iniş çıkışlar? Hakkında en az konuşabildiğimiz meseleler orada düğümlenmiyor mu? Aile yapılarımız. Yetişme biçimlerimiz. Ev içi ilişkilerimiz. Akşamları perdeler çekildiğinde, "dışarısı" ile "içerisi" arasındaki hudut pekiştiğinde geçen konuşmalar, yaşananlar, içimizde birikenler. Mahrem olan. Ailevi olan. Konuşması, görmesi ve değiştirmesi en zor olan.
Cinnet biriken bir volkan, patlamaya hazır, anını kolluyor. İçten içe demlenen, dışarıya bazen hiçbir belirti vermeyen, sessizce, aylarca, belki senelerce biriken bir yorucu enerji. Bir anda gelen, geldiğinde yakıp geçen bir afet. Bu haliyle cinnet kimseye uzak değil. En "okumuş"umuzdan en "sakin tabiatlı"mıza kadar hepimizi bulabilir. Her an herkesi pençesine alabilir. Kimse demesin ki, "Ben asla cinnet getirmem". Kimse demesin ki, "Bana olmaz, ben dengemi kaybetmem". Belli olmaz. "Karı koca kavgası başka, cinnet başka" demeyin. Belki de aralarındaki mesafe sandığımızdan daha azdır. Belki hepimiz, her birimiz, kabullenmek istediğimizden çok daha yakın duruyoruz irili ufaklı cinnet noktalarına.
Cinnet hem bireysel hem toplumsal bir yara. Ve bizler, hepimiz, eğitim sistemimizi, televizyon dizilerimizi, ev içi hallerimizi, birbirimize karşı davranışlarımızı, gündelik hayattaki ilişkilerimizi, sevgimizi ifade edişlerimizi ve edemeyişlerimizi yeniden titizlikle gözden geçirmek durumundayız. Birbirinden üzücü cinnet vakalarını azaltmak istiyorsak, meseleye "bazı insanların başına gelen bir talihsizlik" olarak bakmak yerine hepimizi ilgilendiren bir yara olarak bakmak ve en önemlisi üsluplarımızı ve kalplerimizi yumuşatmak durumundayız.
07.01.2010