Sabah uyandım. Bir patırtı, bir hengame evin içinde. Kalktım, koştum kütüphaneye. Baktım tanıdık bir kadın duruyor orada. Ayakkabılarıyla girmiş içeri, beyaz halının üzerinde çamurdan izler bırakmış. Üzerinde kot pantolon, kulaklarında sallantılı küpeler, ellerinde parmak uçları kesik deri eldivenler, bu saatte bile ağzında bir sigara, tüttürüyor iddiayla. Hayret, hiç değişmemiş hatun.
“Hoş geldin,” dedim. “Beklemiyordum seni. İçimdeki asi.”
“Beklemezsin tabii,” dedi omuzlarını silkerek. “Bunca zaman ne aradığın var, ne sorduğun. Halbuki eskiden ne yakındık, sen ve ben. İçtiğimiz su ayrı gitmezdi. Dağıtırdık bir güzel. Evlendin, çoluk çocuğa karıştın karışalı yüzünü gören cennetlik. Unuttun içindeki asiyi.”
“Unutmadım,” dedim. Tam o anda masanın üzerinde açık duran yemek kitabına takıldı gözüm. Kremasız hafif ıspanak çorbası tarifinin üzerine hırkamı attım çaktırmadan. “Ben hâlâ eski benim, asiyim.”
“Papucumun asisi,” dedi dumanı havaya üfleyerek. “En son ne zaman çıkıp dağıttın? Artık akşamları yağsız mısır patlatıp çocuklarınla Sünger Bob seyrediyormuşsun.”
“Sünger Bob deyip geçme. O da bir asi ruh” dedim. Sigarayı bıraktım ya, oturdum bir kenara, uzaktan kokusunu çektim içime. “Hem sen sabah sabah bunca yolu beni azarlamak için mi geldin?”
“Yok,” dedi kısık bir sesle. “Salinger öldü. Haberin var mı?”
Sustum. Bilmiyordum. Dünya edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük isimlerinden Salinger’in vefat ettiğini “içimdeki asi”den böyle duydum.
Sakin bir ölümmüş, hastalıktan ya da kazadan değil, düpedüz yaşlılıktan. Ne de olsa 91 yaşındaydı yazar. Koca çınar. Ne marjinal bir intihar, ne çalkantılı bir hayat bıraktı geride. Asiliğin romanını yazan adam sükûnetle öldü, yatağında, yalıtılmışlığında. Çok az yazara nasip olacak bir hayattı onunkisi. Daha ilk romanında muazzam bir başarı yakaladı, öyle bir başarı ki belki de ayağına çelme taktı. İlk romanı adeta son romanı oldu. Başka eserler kaleme almış olsa da, tek bir kitabıyla olay oldu. Dünya çapında tanındı. Sadece şöhreti yakalamakla kalmadı, bir döneme damgasını vurdu. 1960’ların asi ruhunun sembolüydü.
Salinger’i ilk okuduğumda 16 yaşındaydım. Ne anladığımı hatırlamıyorum bile. Ama geride bıraktığı bir tad var ki, yıllar sonra yeniden okuduğumda aynı tazelikte buldum karşımda. Dört harfli bir kelime: Öfke.
Siz öfkeyi bilir misiniz? Genç olup da öfkeli olmayı? Kendi babana, kendi annene, ebeveynlerin hayattaki varlıklarına olduğu kadar yokluklarına da öfke duymanın ne demek olduğunu anlar mısınız? Kaçıp gitmek, yıkıp dökmek, şu dünyayı sil baştan değiştirmek istemenin nasıl bir şey olduğunu bilir misiniz? Elinde hayali bir balyoz varmışçasına, mahalledeki tüm camları, bütün o burjuva evliliklerin ışıltılı vitrinlerini aşağıya indirmek istemek ama bunu yapmayıp, onun yerine, kendi yüreğini camdan bir kâse gibi yere koyup, ayaklarınla ezmek ne demek, bilir misiniz? Öyle heyheylenmekten, dayılanmaktan, el âleme çatmaktan yahut “öfkeden deliye dönmekten” bahsetmiyorum. Siz öfkeyi gülbeşeker gibi usul usul emip, gölge gibi yanında taşımanın ne demek olduğunu bilir misiniz?
Salinger’in başarısı burada saklıydı. Hiç kimse genç bir insanın kızgınlığını, kırgınlığını onun kadar güzel anlatamadı. Holden karakterinde o kadar canlı bir insan yarattı ki, bu romanın filminde oynamak bütün Holywood aktörlerinin rüyasıydı. Gündelik hayatımıza bir uçurtma gibi girdi Salinger’in karakterleri. Ailesine kızan, yetişkinliklerin bencilliklerinden ve her şeyi bildiklerini zannetmelerinden bıkıp usanan gençliğin sesiydi. Romanın gücü belki de burada saklıydı. Okurların söyleyemediklerini, yazar onların yerine söyleyebilmişti.
Salinger “yüksek edebiyat çevreleri”ni sarsan bir yazardı ve öyle kaldı. Sokağın dilini, alt kültürlerin ve gençliğin özlemlerini roman sanatına soktu. Zaman zaman gençlere kötü örnek olmakla eleştirildi. Ne de olsa sigara ve içki içen, küfür eden bir anti kahraman yaratmıştı. 1960’da Amerika’da bir lisede bir öğretmen Çavdar Tarlasında Çocuklar romanını derste okuttuğu için okuldan atıldı. (Daha sonra yeniden mahkeme yoluyla görevine döndü.) Salinger hep tartışılan bir yazardı.
Peki kendi çocuklarım Salinger okumaya başlayınca ne hissedeceğim? Gözüm kütüphanenin raflarına takılıyor. Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı bir süre ortadan kaldırsam mı acaba? Acelesi yok. 35 yaşında okusunlar. Olgun bir gözle.
Gülüyor “içimdeki Asi”. Gülüyor hallerime, çelişkilerime. Halbuki ne anlar halden. Ne anlar değişimden. Öfkesine sarılmış. Orada kalmış. Orada mutlu.
Akşam Sünger Bob’u izlerken Salinger’i düşünüyorum.
31.01.2010