Gazetelerde üzücü bir resim. Bir kadın, eşinin tabutuna sarılmış ağlıyor. Yanında gencecik oğlu, bir yandan metin durmaya çalışırken, bir yandan şüphesiz ki derin bir acı yaşıyor. Albay Berk Erden´in cenazesinde çekilmiş bir resim bu. Gene gazetelerde yazdığına göre cenazede bir çelenk dikkat çekiyor. Üzerinde "annesi, babası, oğlu ve kardeşi" yazmasına rağmen "eşi" yazmıyor. Başlıyor dedikodu kazanları fokurdamaya. Tahminler yürütülüyor. Yazılı ve görsel basında onlarca laf dönüyor. Herkes, hepimiz, bir ailenin hayatına burnumuzu sokuyor ve hiç üzerimize vazife olmadığı halde konuşuyor, konuşuyoruz.
Tartışmalar kesilmiyor. Bir internet sitesinde yayınlanan iddiaların durup dururken çıkmadığına, tam da albay terfi ve değerlendirme dönemine denk getirildiğine dikkat çekiliyor. Yaşasaydı, Albay Eren´in amiralliğe getirileceğinin altı çiziliyor. Ordu içinde gizli hesaplaşmalardan bahsediliyor. Komplolardan dem vurulup, makro analizler yapılıyor.
Bunlar beni hiç ilgilendirmiyor. Ben işin ne komplo teorileriyle, ne de varsa siyasi boyutlarıyla ilgiliyim. Adı geçen insanları tanımıyorum. Ortada bir tartışma dönüyorsa, hiçbir şekilde taraf değilim. "Öyleyse neden bu yazıyı yazma gereği duydun?" diyeceksiniz. Ben bu yazıyı bir romancı, bir edebiyatçı ya da bir köşe yazarı olarak yazmıyorum. Bu satırları sadece bir kadın, bir eş, bir anne olarak kaleme alıyorum. Vicdanım bana bunu yapmamı fısıldıyor. Çünkü bu hadisede beni ilgilendiren temel nokta bir kadının düştüğü durum, yaşadığı dram. Ve bunda hepimizin şöyle ya da böyle payı olduğunu düşünüyorum.
Bir kadın düşünün ki hayat arkadaşını kaybetti. Eğer eşini hastalıktan yahut kazadan ötürü yitirseydi gene kahrolurdu şüphesiz ama şu anda yaşadığı acı bunun iki misli olmalı çünkü eşi intihar etti. Önünde parlak bir hayat vardı, buna nokta koydu. Ve daha kötüsü, orada burada, herkes buna sebep olarak kadını göstermekte. Bir annenin kendi oğlu karşısındaki hüznünü, çaresizliğini ve yalnızlığını düşünün. Babasını kaybetmiş bir delikanlıya toplum "Hep senin annenin yüzünden oldu" diyor. Bir kadın düşünün ki, eşini kaybetmenin acısını üçle çarparak yaşıyor şu anda.
Bir an için bu hadiseyi kenara bırakalım, her zamanki hallerimize bakalım. Her gün ne haberler çıkıyor basında. Çekirdek gibi çitliyoruz biz bu haberleri, öylesine kanıksamışız. Devamlı eşini aldatan erkek haberleri geliyor kulağımıza. Şöyle bir çalkalanıp, hızla geçiştiriyoruz. Üzerinde bile durmuyoruz. Ünlü erkeklerin de isimleri çıkıyor, sıradan vatandaşların da. "Erkeğin elinin kiri, yıkadı mı geçer" zannediyoruz. Hatta ve hatta bu duruma biraz "delikanlılık" atfedip, müstehzi bir tebessümle adını "çapkınlık" koyuyoruz. Ama bir kadının adı bir yerde geçmeyegörsün, anında değişiyor tepkilerimiz. Olayın aslını astarını bilmeden, ima mı iftira mı anlamadan, o kadını yerin dibine batırmak için kolları sıvıyoruz.
Bunları sadece Özgül Erden özelinde yazmıyorum. Biz bütün kadınları ilgilendiren genel bir mesele olarak yazıyorum. Buna muhafazakâr kadın da dahil Kemalist kadın da. Solcusu da dahil sağcısı da. Burjuva kadın da dahil işçi kadın da. Şöyle giyineni de dahil böyle kapananı da. Bütün kadınları yaralayan bir çifte standart var bu toplumda.
Ve ne yazık ki çoğu zaman gene biz kadınlar bu çifte standardın devam etmesine ön ayak oluyoruz. Çünkü biz birbirimiz aleyhine çok konuşuyor, ileri geri laflar ediyor, dedikodular üretiyor, gene bizler kem söz kazanının altındaki ateşi canlı tutuyoruz. Bir gün gelir, bugün başkasını yakan dedikodu ateşi bizi de yakar, bunu hiç düşünmüyoruz.
Ne kadar kolay damgalıyor, nasıl da tereddütsüz yargılıyoruz. Kendimizi tepede bir yere yerleştirip başkasına yukarıdan bakıyoruz. Kibir ki tüm tek tanrılı dinlerde en büyük günah, bizler kibrimizi gölge gibi her yere taşıyoruz. Kuran´da en sevdiğim ayetlerden biri şöyle der: "Belki alay ettikleri, kendilerinden daha iyidir." Hep ürpertir beni bu söz. Ne zaman birini küçümsemeye kalksam, hani aklımca beğenmesem, ne zaman kendimi bir başkasına üstün zannetsem, zihnimin bir yerinde yanıp sönmeye başlar bu söz. "Belki o beğenmediğin insan senden daha iyidir."
Demokratik bir toplumda elbette her şey konuşulur, konuşulabilmeli. Ordu da demokrasi kültürünün içinde yer almalı. "Düşünce ve ifade özgürlüğü" laftan ibaret kalmamalı. Ama asker olsun sivil olsun, insanların özel hayatlarına gelince orada durmak lazım. Hepimizi düşündüren, kalplerimizi yumuşatan bir üslup, bir adap, bir edep olmalı. Medya buna dikkat etmeli. Köşe yazarları ve editörler etik gazetecilik kriterlerinin oturması için uğraş vermeli. Bir yerlerde bir bariyer olmalı. Ve o bariyeri biz kurallarla, yasaklarla, cezalarla filan değil, vicdanlarımızla koymalıyız. Bir kadını, bir anneyi acıdan yas bile tutamaz hale getirmeye hakkımız yok. Özgül Hanım´ın yaşadığı durum bir "ayıp"sa şayet, onun değil toplumun ayıbıdır.
14.02.2010