SON günlerde "demokratik açılım ve sanat" çerçevesinde Ahmet Kaya´nın mezarının Türkiye´ye getirilmesi ihtimali konuşuluyor. Hükümetin yaklaşımı iyi niyetli, yapıcı. Öte yandan bu konuda en çok söz hakkına sahip olan kişi, sanatçının eşi ve ruhdaşı Gülten Kaya. O mezar yerinin değil, esas zihniyetlerin değişmesi gerektiğini söylüyor. Ve soruyor bizlere: "Ne kadar değiştik acaba? Sahi ne kadar demokratikleştik?"
Eğer hâlâ en ufak bir farklı fikir duyduğumuzda parlayıp tepki veriyor, karşımızdakini dinlemeden bağırıyor, anlamadan yargılıyor, birbirimizi kolaylıkla ve hoyratlıkla "öteki"leştiriyorsak şayet, topu topu bir arpa boyu yol gitmişiz demektir. Bu ülkede pek çok sanatçı, şair, ressam, müzisyen, sinemacı, şu veya bu hükümet döneminde dışlanıp sürgünde, gurbette, hasrette, dinmeyen bir yürek sızısında ikamet etmek durumunda kalmadı mı?
En sevdikleri tatlara yabancı; bir simit kokusuna, bir yeşil erik tadına, bir İstanbul akşamına hasret. Neydi suçları? Şarkı söylemek, resim yapmak, hikâye yazmak, film çekmek... Aşkla bağlı oldukları şehirlerden, insanlardan ve memleketlerinden aniden ayrı düşmediler mi? Ömürlerinin en üretken dönemlerinde bir dal gibi kırılmadılar mı?
Sanatçının yüreği sırçadır, parmak uçları hep eldivensiz. Suya da öyle dokunur, ateşe de. Cama da öyle dokunur, dikene de. Dokunur toplumun hüznüne, sevinçlerine, hikâyelerine, melodilerine. Gülten Kaya, bir sanatçı eşi olarak söylüyor bunları. Ve ekliyor ardından: "Neden Nâzım Hikmet dersliği, Ahmet Kaya müzik dersliği olmasın?" Bu önemli bir soru. Halbuki henüz, hepimizi birleştiren Mevlânâ hakkında bile derslikler, merkezler yahut kürsüler açabilmiş değiliz.
*
Kültür kısa mesafe koşusu değil. Kültür bir uzun maraton. Osmanlı´dan Cumhuriyet´e devredile devredile gelen bir birikim. Kültür, yüklüce bir miras ama hiçbir "mirasyedi"ye ait değil. Ne efendisi var ne tapusu. Bir emanet ki bizler kendimizden önceki kuşaklardan aldık, elimizden geldiğince zenginleştirecek ve bizden sonrakilere devredeceğiz. Unutmak en kolayı. Unutmak en hoyratı. Halbuki eğer biz bugün Türkiye´de daha rahat koşullarda film çekebiliyor, kitap yazabiliyor, resim yapabiliyor, şarkı söyleyebiliyorsak bunu bizden önce yaşamış sanatçıların varlıklarına ve alın terlerine de borçluyuz. Hiçbir kuşak sıfırdan başlamıyor bu maratona.
Oysa Türkiye´de siyaset o kadar önemli ve çalkantılı ki, sanat ve edebiyat gölgede kalıyor nice zaman. Gündem gergin. Gündem karmaşık. Oturup hikâye kurgulamak, şiir yazmak, deneysel film yapmak, şarkılar söylemek zorlaşıyor toplumsal ve siyasi çalkantıların ivme kazandığı zamanlarda. Sanata vakti yahut mecali olmayan bir toplum mu oluyoruz yoksa?
Geçmişte incittiğimiz, sürgüne yolladığımız, kadrini bilmediğimiz yahut yeterince sahiplenmediğimiz nice sanatçı var. Onları sağ ve sol ayrımı yapmadan, ideolojik tartışmalarla yıpratmadan eserleri üzerinden hatırlamak ve hatırlatmak bir vefa borcu. En başta da biz yeni neslin sanatçı ve edebiyatçılarının.
Biz yazarların Şeyh Galip´e, Halide Edip Adıvar´a, Sabahattin Ali´ye, Necip Fazıl´a, Sevgi Soysal´a, Oğuz Atay´a, Nilgün Marmara´ya, Cemil Meriç´e kadar pek çok yazarın, şairin ve dahi kalem erbabının isimlerini ve eserlerini zikretmemiz, bilmemiz şart. Aynı şey bugünün müzisyenleri ve sinemacıları için de geçerli. Onlar da kendi kulvarlarının isimlerini hafızalarda canlı tutmakla yükümlüler. Önyargısızca. Geniş ve cömert bir gönülle. Bunu yapabildiğimiz ölçüde değişecek bir şeyler. Güzelleşecek.
25.02.2010