Yaşadığımız her duygusal arızanın ya da elimize yüzümüze bulaştırdığımız her aşk macerasının sebebini, dönüp çocukluğumuzun incinmişliklerine bağlamak zorunda değiliz. Ama öyle yapıyoruz çoğu zaman. Ve ne vakit çocukluğumuzu bir başkasına anlatmaya kalksak, temel bir figür öne çıkıyor hatıralarımızda: Annemiz. "Kadınlar ve anneleri" başlı başına bir yazı konusu, "erkekler ve anneleri" ise apayrı. Siyasette, sporda, medyada, akademide, sanatta ve iş dünyasında başarılı ve etkin olan erkeklerin çoğunun arkasında sanıldığı gibi azimli bir "eş" değil, iddialı bir "anne" var aslında.
Kimi erkekler "annesinin oğlu" ve hep öyle kalıyor. Kaç yaşına gelirlerse gelsinler onlar annelerine olan düşkünlüklerini ruhlarında kalıcı bir dövme gibi taşıyor. Büyüyüp üniversiteden mezun olduklarında, iş dünyasına atıldıklarında, hatta evlenip yuva kurduklarında bile durum değişmiyor. Hayatlarının rotasını belirleyen pusula anneleri olmaya devam ediyor. Kimi anneler de "oğlunun annesi" ve hep öyle kalıyor. Müthiş bir düşkünlük, titizlik, korumacılık.... Yaşlandıkça durum değişmiyor, tam tersine pekişiyor. Oğlunun mesleğindeki ilerlemelerini, kimlerle rekabet halinde olduğunu, sevenlerini ve sevmeyenlerini ayrıntılarıyla biliyor anne, gözü hep üzerinde. Oğlumuz doğduğunda "esas kişilik sınavın şimdi başladı" demişti bir psikolog arkadaşım bana. "Bakalım nasıl bir oğlan annesi olacaksın?" Bir şey demedim. Sadece dinledim. Bakıyorum etrafıma, seyrediyorum alemi. Genç kızlığında hayal ettiği dünyayı bulamayan veya yetenekleri doğrultusunda yaşayamadığını sanan; kendi evliliğinde içten içe mutsuz olan ya da senelerce çevresiyle sorunlar yaşayan; velhasıl bir türlü kendini tam olarak geliştiremeyen, potansiyelini açığa çıkaramayan nice anne varını yoğunu oğluna, oğullarına adıyor. Tutkuyla, sabırla, kararlılıkla.... Bunca duygusal enerji, bu kadar beklenti oğlan çocuklarının üzerine odaklanıyor. Sonra o çocuklar büyüyor ve kendi mutsuzluklarını yaşıyor, yaşatıyor....
***
Sene 1900. Paris´te salaş bir otel odasında, meteliksiz, kimsesiz, yaşamaktan yorgun düşmüş bir adam uzanmakta. Gözleri tavana odaklanmış, aklı geçmişte, yüreği sevdiklerinde takılı kalmış. Usulca veda ediyor dünyaya. Ölüm sebebi: menenjit... Bir de raporlara yazılmayan sebepler var: "Toplum tarafından yanlış anlaşılmak, dışlanmak, horlanmak, yıpratılmak ve yalnızlık." Oscar Wilde´ın 1854´de Dublin´de başlayan yaşam serüveni böyle son buluyor.
"Ağır yazar" yahut "saygın edebiyatçı" görüntüsü vermek gibi bir derdi hiç olmadı onun. Keza "erkek adam" tanımına uymak gibi bir gayesi de olmadı. Canının istediği gibi giyindi, dilediğince süslendi. En olmadık renkler (eflatun, bordo, turkuaz), en olmadık kumaşlar (şifon, saten, ipek) içindeydi. Kadifeye bayılır, parlak ve pahalı kıyafetlere bürünmeyi severdi. Kimselerin anlamadığı takıntıları vardı: porselen biriktirirdi mesela, mavi-beyaz çay fincanları, yemek takımları. Bir o kadar düşkündü tavuskuşu tüylerine. Gittiği her yere tavuskuşu tüyleri götürür, yeni tanıştığı insanlara bunlardan hediye ederdi.
Huylarını tuhaf bulanlara aldırmaz, güler geçerdi. Hiçbir zaman utanmadı renkli kişiliğinden. "Saplantılardan kurtulmanın tek yolu onları bastırmaya çalışmak yerine açığa çıkarmak"tır derdi. İnsanın arızalarından arınabilmesi için bunlarla yüzleşmesi gerekliydi. Hiç "-mış gibi" yapmadı.
Kimi edebiyat tarihçileri bugün Oscar Wilde´ın sıradışı hayatını incelerken, "annesi tarafından yanlış yetiştirildiği" sonucunu çıkarıyor. Son derece ilginç bir kişilikti Lady Wilde. Dönemin kadın hareketinde önemli rol oynayan, ateşli bir feminist olmasına rağmen kendi kocasının aldatmalarına ses çıkarmayan bu kadın aslında hep bir kız çocuğu olsun istedi. Olmayınca, oğlu Oscar´ı kız çocuğu gibi giydirdi, fırfırlı elbiseler, kurdelalar, şapkalar içinde. Kimilerine göre, annesi böyle bir yol seçmemiş olsaydı Oscar Wilde ne bu kadar rüküş olurdu, ne de gay. Ne böyle şatafatlı giyinirdi, ne de böyle sakıncalı temalar hakkında yazılar yazardı.
Dünya edebiyatının büyük ismi Proust, yetişkin bir erkekken bile annesinin oğluydu. Ömrü boyunca annesinin görüş alanından çıkmamaya, onun onayladığı biçimde hareket etmeye özen gösterdi. Annesinden ayrı kaldığı nadir zamanlarda ayrıntılı mektuplar yazdı, rapor sunar gibi. Öyle ki beslenme biçiminden tuvalete çıkma alışkanlıklarına kadar her şeyi yazdı. Mektuplarda verilen tüm bilgiler bir davetti aynı zamanda: Marcel Proust annesini hayatına daha fazla müdahale etmeye davet etti. Annesinin de sözkonusu davete icab etmediği olmadı hiç. Daha nice örnek var böyle. Thomas Hardy temel eğitimini ve edebiyat zevklerini annesinden aldı. Babasını erken yaşta kaybeden Herman Melville´in zevkleri ve kişiliği, tıpkı diğer sekiz kardeşininkiler gibi, büyük oranda annesi tarafından şekillendirildi.
Dedim ya, kimilerimiz "annelerinin oğlu" ve hep öyle kalıyor. Kaç yaşına varmış, mesleğinde ne kadar yükselmiş, neler başarmış hiçbir önemi yok. Koskoca şirketleri yönetip gene anneleri tarafından yöneltilen işadamları, edebiyatta şaheserler yaratıp sonra da annelerine çocuk gibi mektup yazan erkek romancılar, siyasette tozu dumana kattıkları halde annelerinin yanında kuzu kesilen erkek politikacılar var. Onların alınlarında, el yazısından şık ve görünmez harflerle yazıyor: Annesinin oğlu.
Ve işte en büyük zorlukları bu tür erkeklere âşık olan, onlarla bir hayat kurmaya çalışan kadınlar yaşıyor. Bir kadın için en zor şey "annesinin oğlu" olan bir erkeği sevmek....
28.02.2010