DANIEL Wallace tarafından yazılmış müthiş bir roman var. “Big Fish-Büyük Balık.” Henüz Türkçe’ye neden çevrilmedi ve bizde basılmadı bilemiyorum. Genelde hızlı ve gayet atak olan edebi çeviri mekanizması, derin rekabet halindeki yayınevlerimiz bu kitabı nasıl atladı acaba? İzleyenler hatırlarlar, aynı zamanda çok da etkileyici bir film yapıldı bu romandan. Üstelik Tim Burton imzalı. Gene aynı isim altında. Sıcak, sakin, samimi, alabildiğine hayalperest ama bir o kadar mütevazı... Bir oğulun gözünden babasının hikâyesidir bu kitapta anlatılan.
Bir adam işinde son derece yüksek yerlere gelmiş olabilir; kendince önemli payeler edinmiş, büyük paralar kazanmış olabilir. Çok sayıda insan tarafından tanınıyor, hatta sayılıyor da olabilir. Ama son tahlilde onun nasıl bir insan olduğunu söyleyecek olan son bir merci var: Oğlu. Oğlunun gözünden bakınca görünen hakikat, resmin tamamı olmasa bile, en önemli parçasıdır. Büyük Balık romanında, ölüm döşeğinde yatan baba ile tek oğlu arasında şöyle bir konuşma geçer.
“Sizi çok yalnız bıraktım” der baba. “Ama bil ki ne yaptıysam sizin için yaptım. Sen ve annen için. Büyük bir gölde büyük balık olmak istedim. Küçük suda küçük balık olmak yetmedi bana.”
Oğul sessizce dinler. “İyi ama büyük adam olmanın ölçüsü ne? Çok iş yapmak mı? Çok para kazanmak mı? Çok seyahat etmek mi? Ne zaman karar verdin büyük balık olduğuna?”
Baba durur, düşünür. “Bir baba, oğlu tarafından ne kadar çok seviliyorsa, o kadar büyük bir balıktır deryada.”
Saygı değil burada bahsedilen. Korku değil. Otorite değil. Oğulun babaya duyduğu katıksız aşk, Büyük Balık romanında anlatılan. Böyle bir aşkla bakabiliyorsa şayet oğul babasına, her şeye rağmen onu derinden seviyor ve biliyorsa avucunun içi gibi, o adam büyük balıktır işte.
Ne yazık ki, pek çok baba var bu toplumda ama çok azı büyük balık. Ne yazık ki bizde duygularını göstermeyi zaaf addeden, çocuklarının yanında onlarla beraber çocuk olmayı beceremeyen, eğilmez bükülmez bir babalık modeli hâkim. Bu daha köklü. Hep bir otorite peşindeyiz nedense. İlla ki sözümüzü dinletmek, evde kral kesilmek peşinde. Kalp kazanmayı, buyurgan olmaya tercih edemiyoruz bir türlü.
Ağlamayı kendilerine yasak eden babalar, oğullarına da yasaklıyor erken yaşta. Bacak kadar çocuğa bile, “Erkek adam ağlamaz” demelerimiz bu yüzden. Evladını uzaktan sevmekle olmuyor babalık. Bir de sevdiğini göstermek var. Kişi oğluna duygularını iletemiyorsa, kaskatı ahlak değerleri ya da belletilmiş erkeklik kodları adına kendini tutuyor, çocuğuna sarılamıyorsa, öyle sevgi tek kanatla uçmaya çalışan kuş gibi.
İşin ilginç yanı, bu tür otoriter babaların çoğu ilerleyen yaşlarda yumuşacık dedelere dönüşüyor. Oğullarına gösteremedikleri sevgiyi katbekat torunlarına veriyor. Altmışlarında, yetmişlerinde, seksenlerinde dedeler, ufacık torunlarının yanında yeniden hayat bulmuşçasına alabildiğine sevecen, olabildiğince şefkatli, her türlü çocuk kaprisine “Bana mısın?” demeden, ne kadar doğal, nasıl da kendiliğinden... Kim inanır aynı erkeklerin geçmişte kendi oğullarına karşı kaskatı davrandıklarına, daima mesafeli olduklarına? Kim inanır torunlarının yanında böylesine sevecen ve duygusal olan dedelerin, seneler boyu oğulları karşısında duygularını bastırdıklarına?
Bizde babalar değil, dedeler büyük balık oluyor genelde.
25 Mart 2010