“ÇOK download eden mi bilir, Facebook’ta çok dolaşan mı?”
İster inanın, ister inanmayın, artık gençler böyle konuşuyorlar kendi aralarında. Şarkı, film, klip, kitap... Download etmek, yani internetten indirmek, sonra bunları kendi aralarında paylaşmak, bu çağın ruhu.
Facebook’a gelince, inanılmaz rağbet görüyor Türkiye’de. Dünyada üçüncü sıraya oturmuş durumdayız. Katlanarak artan Facebook üyeliği, en çok dolaşım, sürekli kendini yenileyen sanal bir mecra... Yepyeni bir kuşak yetişiyor Türkiye’de. Ve bu yeni akım, çok büyük bir değişim ve atılım ifade ediyor nüfusun bu kadar genç olduğu bir ülkede.
Bizim kuşağımız tabii bu lafı daha farklı bilirdi. Çocukluğumuz boyunca ne çok kez duymuşuzdur kimbilir: “Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi?” Cevaptan ziyade, sorunun kendisi önemliydi sanki. Ortada derin bir ikilem varmış gibi ciddiyetle yöneltilirdi soru. Her seferinde “Çok okuyan!” dememiz istenirdi. Galiba ilk ve ortaokul hocalarımız, okuma sevgimizi böyle artırmaya çalışırdı. Çok okumak ile çok gezmek, asla ve zinhar yan yana gidemezmiş gibi....
Bense, okumayı da seyahat etmeyi de tutkuyla seven biri olarak ikiye bölünürdüm. Hiçbir zaman ısınamadım bu yapay ikileme. Belki okumanın da içten içe bir seyahat olduğuna inandığımdan... Her kitabın bizi başka bir yolculuğa çıkardığını düşündüğümden. Okuyarak da gezmek mümkün, her kitabı başlı başına bir serüven addederek. Bir başka yüzyıla, bir başka mekâna, bir başka hayata uzanan bir yolculuk. Aynanın bir de öbür tarafı var; çünkü dünyayı da okumak mümkün; her insanı, her hayatı bir kitap belleyerek. Okumak ve seyahat etmek aslında o kadar iç içe ki....
Zaman zaman kendimizden bahsederken “göçebe bir toplum” olduğumuzu söyleriz. Güzeldir bu laf, kulağa hoş gelir, ama ne kadar doğru? Başka kültürlere, şehirlere, uygarlıklara gösterdiğimiz ilgi aslında ne kadar derin?
Türkiye’de son on sene içinde edebiyat ve kitap dünyasında gözle görülür bir canlılık ve renklilik var. Bununla beraber kitapçı raflarında seyahat/keşif/anı kitapları hâlâ o kadar kısıtlı ki. Anlaşılan ya yolculuklarını yazıya geçirmeyi alışkanlık edinmemiş bir toplumuz ya da o kadar sevmiyoruz yolculuk etmeyi. Ahmet Midhat’ın, ismiyle okurlarda kallavi beklentiler uyandıran yapıtını düşünüyorum mesela. “Sayyadane Bir Cevelan“, o büyük, uzun seyahat Beykoz’dan başlayıp İzmit Körfezi’ne kadar uzanıverir sadece, sessizce.
Merak ki en basit, en insani itki. Merak ki en çabuk yitirdiğimiz ve yokluğunu dahi hissetmediğimiz değer. Merak içinde yaşadığın âlemi iliklerinde hissetmenin, başkalarının hikâyelerini paylaşmanın, kendini geliştirmenin, bireysel ve toplumsal olgunlaşmanın ilk adımı. Sadece kendi hayatını değil, bir başkasının hayatını da, insanlığın gidişatını da derinden anlamak için bir çaba. Dünyanın bir başka yerinde hiç tanımadığın birinin parmağı kesildiğinde, yüreği dağlandığında, feryadını duymak, kayıtsız kalmamak, o yaraya neyin sebep olduğunu sorgulamak... Kopmamak yerkürenin tıp tıp atan nabzından. Kâinata merakla bakmak, bakabilmek gerek.
“Abd-i hakir Evliya-yi fakir” sevgili Evliya Çelebi, ruhu şad olsun, tüm memalik-i Osmaniye’yi gezmiş, yedikleri içtikleri onun olsun, ama gördüklerini kaleme alıp bizlere aktardı. Sayesinde çok daha canlı geçmiş gözümüzün önünde. Gerçi o rüyasında Rab’dan “şefaat” dileyeceğine, yanlışlıkla “seyahat” dilediğini söyler. Dili sürçmüştür, öyle başlar seyahatlerine. Onun torunlarının torunları olan bugünkü gençlerimizin de sadece internette dolaşmakla yetinmeyip hayatı da bir kitap gibi okumaları, kitapları da bir dünya gibi görmeleri dileğiyle...
01 Nisan 2010