Adam ellili yaşlarda. İsmi Savaş. Bir de kardeşi var. İsmi Barış.
Savaş Bey ve Barış Bey.... Dünyanın en tatlı, en kalendermeşrep insanları. İsimleri hakkında ne hissettiklerini sordum bir gün.
"Sorma," dedi Savaş Bey. "Ne zaman yurtdışına çıksam ya da bir yabancıyla konuşsam ismimin anlamını soracaklar diye ödüm kopuyor. Ne diyeceğim? Düşünsene, herkesin ismi gayet şiirsel ya da romantik mânâlara gelirken, benim ismim kavga, mütareke, top tüfek, barut demek."
"Öyle durumlarda ben imdada yetişiyorum," diyor kardeşi gülümseyerek. "Savaş ve Barış, beraber roman ismi gibiyiz."
Mr. War and Mr. Peace....
Öyle isimler var ki adeta Türkiye´ye has. Dursun, Satılmış, Pembe, Hanım, Kader, Volkan, Yıldırım, Demir, Tunç, Yeter.... Bir bakıma Elif de öyle. Farklı bir ülkede bunlara kolay kolay rastlayamazsınız. Kanıksamışız ya fazla sormuyor, kurcalamıyoruz. Bir başka dile çevirmeye çalışmıyoruz. Halbuki tercüme etmeye kalksak ismin kültürel özgünlüğünü de göreceğiz.
Sahi neden "savaş" ismini vermişiz çocuklarımıza? Ve hep ama hep oğullarımıza? İsmi Savaş olan bir kadın duymadım hiç (Oysa Barış ismi hem kadınlara veriliyor hem erkeklere). Yoksa savaşları hep erkeklerin başlattığını bu şekilde mi dile getiriyoruz?
Bir toplumun koca bir yüzyıl içinde çocuklarına verdiği isimler, o toplumun geçtiği aşamalara ışık tutar. Osmanlı´dan bugüne uzanan popüler çocuk isimlerini şöyle bir dizsek, canlı ve renkli bir kültürel tarih ortaya çıkar.
***
Devr-i daim: Sürekli hareket eden, kendini yenileyen, "almak" ve "vermek" arasında bir denge kuran mekanizma....
Hayat bir devr-i daim üzerine kurulu.
İnsan da öyle.
Suyun kaç derecede kaynayacağı, yer çekiminin işleyişi ya da sarı ile mavinin karışımından yeşil renk elde edileceği nasıl kaidelere bağlıysa, kâinatın da temel kuralları var aslında. Hayatın kendine has bir ritmi var, bir deligüzel akışı. Hızlandırmaya çalışmak da, yavaşlatmaya uğraşmak da nafile. Önemli olan o akışın nabzını tutmak. Sesine kulak vermek. Tamamını hiçbir zaman keşfedemesek de, sistemin nasıl işlediğini anlamaya çalışmak bizim elimizde. İnsan kendini her gün, her saat, her an geliştirmekle yükümlü.
Şu hayatta kurallar var ama insan bunu gençken pek göremiyor. Yirmili yaşların başındayken pek çok kişi kâinatın bir sistematiği olduğunu aklından bile geçirmiyor. Gençken kendimizi her şeyin merkezinde zannediyoruz. Dünya etrafımızda dönüyor. Her şeyi ve herkesi bir an evvel "değiştirmek" ve "dönüştürmek" istediğimiz için, "anlamaya" ya da "anlamlandırmaya" kafa yormuyoruz.
Sonra.... Ne zaman ki ilk hastalıklar baş gösteriyor ya da bir arkadaşımızı ya da akrabamızı kaybediyoruz, ne zaman ki bir yuva kuruyor ya da bir yuvanın dağıldığına tanıklık ediyoruz, ne zaman ki hayat yıpratıyor, bir olgunluk çöküyor üzerimize. Konuşmaktan çok dinlemeye başlıyoruz. Ve artık kendimizi bu dünyanın ne merkezi ne efendisi addediyoruz.
İşte o zaman ve ancak o zaman kuralları keşfetmeye başlıyoruz.
Sistemin temel kurallarından biri: "Kiminle savaşırsan, kimi zihninde Öteki´leştirir ve düşmanlaştırırsan, onu büyütürsün. Üstüne üstüne gelir." Savaşmadan çözmeli tüm meseleleri. "Sen de varsın bu sistemde, önce varlığını kabul ediyorum" diyebilmeli. Kimsenin kimseye zarar vermediği bir ahenk yakalamaya gayret etmeli. Yok etmeye çalıştığımız, bastırdığımız her şey geri gelir.
Bu yüzden işte "kanserle savaşmalıyız!" doğru bir slogan değil. Ne de mikroplarla savaşmak. Yoksullukla savaşmak. Haksızlıklarla savaşmak. Yolsuzluklarla savaşmak. Aslında tüm mesele sa-vaş-ma-mak.
"Savaş kelimesini mümkün mertebe kullanmamak lazım, katılır mısınız?" diyorum.
Savaş Bey bir kahkaha atıyor. "Kesinlikle!" diyor. "Eh, benim yaşımdakiler artık dede oluyor. Dilerim savaş kelimesi de gelecekte sadece bir "dede ismi"nden ibaret kalır. Başkaca bir karşılığı olmaz hayatımızda."
02 Mayıs 2010