Dönecek bir tavanarası yoktur bazen, ne de gidecek bir şehir. Her yer aynıdır aslında, hiçbir yer aynı değil. Yerinden yurdundan edilenin, evinden huzurundan olanın halinden bir tek kendisi gibi olanlar anlar. Bir elemzede, başka bir elemzedenin daha ilk bakışta okur şeceresini. O kadar azdırlar ki, kaybetmek istemezler birbirlerini. En zor şartlarda, en umutsuz anlarda bile insanlar aşık olmaktan vazgeçmez; aşk iyi gelir bazen. Taşkın sularda tutunacak bir dal gibi, bir tutam umut... Dar-ı dünyada bir yuva bulabilmek ümidiyle yollara düşerler. Hep Doğu´yu gösterir pusulaları; gerçi dünya yuvarlaktır. Sılasızdır kaçaklar, dolayısıyla gurbetsiz. Hangi demde olursa olsun, onlar sadece birbirlerine aittir...
Uluslararası ajanslar tarafından bu hafta tüm dünyaya gönderilen fotoğraflara bakarken, seneler evvel Şehrin Aynaları´nda kaleme aldığım bu satırları hatırladım. Varmak ile gitmek arasında yaşamsal bir ikilem var. Bazı insanlar illa ki varmaya, bazıları da gitmeye odaklı. Ne var ki mültecinin kaçışı, varmaktan da gitmekten de alabildiğine farklı.
Gitmek başı sonu olmayan, menzili meçhul bir seyr-ü sefer; varmaksa güzergâhı önceden çizilmiş, hedefi malûm bir tırmanış. Gitmekte aslolan dere tepe taban tepip durmaksızın hareket ederek rüzgârı hissetmek; varmakta aslolansa, o tepeye ulaştıktan sonra durup rüzgârı elde etmek. Gitmek hafızası kudretli ve inatçı olanların, varmaksa hayal gücü engin ve obur olanların işi. Gitmek kadere diş bileyenlerin, varmaksa kadere inanmayanların tercihi. Birinin kökleri geçmişte, haritası çok merkezli; ötekininse kolları gelecekte, haritası tek merkezli. Kaçmaya gelince o bambaşka. Kaçmak, tercih değil, bir mecburiyet. Mültecinin kaçısı bir uzun çaresizlik, kimsesizlik, koca dünyada kendini ufacık hissetme hali.
Gazetelerde boy boy resimler. Kadınlar, genç kızlar, çocuklar, bebekler.... aniden evlerinden, düzenlerinden olmuş insanların yüzlerine vuran derin keder ve endişe fotoğraf karelerinde. Yarın nerede, ne halde olacaklarını bilememenin kaygısıyla bakmışlar objektiflere ya da hiç bakmamışlar bile. Kırgızistan´ın Oş ve Celalabad şehirlerinden on binlerce Özbek mülteci kaçmakta. Yüreklerinin, hafızalarının ve yaşama sevinçlerinin yarısını geride bırakarak. Bilinmez bir eşikte, geçici çadırlarda yaşayacaklar şimdi. Onlar, tüm dünyada katlanarak çoğalan mülteciler ordusunun yalnızca ufak bir kesiti.
Anlatılanlar korkunç. Geceleri Özbeklerin evlerinin önlerine kırmızı renkle çarpı işareti konulduğu, ertesi sabah işaretli evlerin ateşe verildiği konuşuluyor. Yaşlı bir Özbek kadının bir gazeteciye kurduğu cümle yankılanıyor zihnimde: "Bir komşum vardı....." Gerisini okumak istemiyorum bir an. "Bir komşum vardı..." diye başlayan bir hikâye ancak bir hüzün kuyusu olabilir. Ağırlığı çöküyor üzerime.
Mülteciler, hangi milletten, dinden ya da aileden gelirlerse gelsinler, derin bir ortak acıyı paylaşıyorlar. En sahici dostluklar benzer kazanımlar üzerine değil, benzer kayıplar üzerine kurulanlardır. Aynı şekilde zengin, benzer şekilde mutlu mesut olanların ortak paydaları sabun köpüğü gibidir, uçar. Ortak acı, ortak hüzün, ortak pürüzdür insanları esas yakınlaştıran, yaklaştıran.
* * *
Mülteci, yüreği ağzında yaşayan insan.
Her an korkarak, ayaklarının altındaki toprağın kaymasından.
Hani herkes bir yerde yaşar ya, mülteci ise "barınır" sadece. Şu anda burada ama yarın nerede olacağını bilemeden. Emanet bürosuna bırakılmış kırık bir eşya gibi. Her an birisi gelip onu oradan alacaktır sanki.
"İnsan memleketini geride bıraktı mı kendinden en az bir parçayı feda etmeye hazır olmalıdır," derler. Araf´ta ele aldım bu hissi: "İsimlerin yabancı memleketlere ayak uydurma sürecinde muhakkak bir şeyler eksilir; bazen bir nokta, bazen bir harf ya da vurgu. Yabancı işte ilk bu fireyi vermeyi öğrenir. Yabancı bir ülkede yaşamanın birinci icabı, insanın en aşina olduğu şeye, kendi ismine yabancılaşmasıdır."
* * *
İstanbul´da barınan İranlı bir mülteci aileye burada ilk ya da en çok neyi yadırgadıklarını sorduğumda aldığım yanıtı unutamam: "Martılar."
"Her dışarlıklının İstanbul´daki ilk keşfi çatıların çığlık attığıdır. Martılar şaşırtıcı ölçüde karmaşık kuşlardır ya da fazlasıyla basit. Çelişkilerle doludurlar. Tek başlarına süzülürler ama daima bir topluluk oluştururlar; hantaldırlar belki ama aynı zamanda kendilerine has bir zarafete sahiptirler; çöplerin arasında mideye indirebilecekleri bir şey aramak için çöp kutularının yanına indiklerinde umarsız görünürler; ama çatıların ya da kayaların üzerinde, hiç kıpırtısız, kendi tefekkürlerinin ağırlığı altında donmuş gibi denize baktıklarında bilgeliklerinin üzerine yoktur. Bu beyaz, gürültücü kuşlar İstanbul´un her çatısının üzerine tünerler; ister fakir, ister varlıklı muhit olsun, ister ev ister otel fark etmez. Zira insanların aksine martılar, Ademoğulları arasında ayrım gözetmezler."
Mülteci, pusulasız ve haritasız bir yolcu. Okyanusta bir toplu iğne gibi kayıp. Mülteci dünyanın bir başka parçasında barınmaya mecbur kalan, gittiği her yere çocukluğunu ve hüznünü sırtında kambur gibi taşıyan.
Dünya Mülteciler Günü, bugün yeryüzündeki onbinlerce mültecinin dramlarına kayıtsız kalmamak, hikâyelerine kulak vermek için ufacık da olsa bir vesiledir. Bu vesileyi atlamamak dileğiyle....
ELİF ŞAFAK
01.07.2010
Sabah