Yarı mütebessim, yarı mahcup bakıyor yüzüme. “Ben eskiden kitap okumayı çok severdim ama iş hayatına atıldığımdan beri vakit bulamıyorum doğrusu.” Bana bunu söyleyen kırklarında bir işadamı. Zengin, başarılı, liberal bir aileden, uzun seneler Amerika’da eğitim görmüş, sonra gelmiş kendi şirketinin başına geçmiş. Ayrıcalıkları olan bir insan.
İki gün sonra bir başka yerde, bambaşka bir edebiyat etkinliğinde hemen hemen aynı sözleri bu sefer gencecik bir kadından işitiyorum. Bir alışveriş merkezinde tezgâhtar olarak çalışıyor. Çok istemesine rağmen üniversiteyi bitirememiş. Ailesinin maddi durumu bozulunca bu işe girmiş. Geçim derdinde, dar gelirli, eğitim seviyesi kısıtlı, muhafazakâr bir aileden. Hani ilk bakışta işadamınınkiyle hiç mi hiç benzeşmiyor hayatları. Halbuki oda tıpatıp aynı kelimelerle kitap okumaya vakit bulamamaktan yakınıyor. Bu iki farklı hayattan gelen insan, mesele kitaplar olunca, ne ilginçtir ki aynı gerekçeleri kullanıyor.
Adeta hepimiz benzer bir gerekçeyi ezberlemişiz. “Kitap okumaya vakit bulamıyorum...” Bugüne kadar kimsenin “kitap okumuyorum çünkü okumayı günahım kadar sevmem” dediğini duymadım. Halbuki olabilir, herkes sevmek zorunda değil ya. Son derece meşru bir gerekçe aslında. Keza kitap fiyatlarının hiç de düşük sayılmadığı bir ortamda, herkesin her kitabı edinmesi kolay değil Buna rağmen bunca senedir, “kitap okuyamıyorum çünkü istediğim kitapları pahalı buluyorum” diyene de rastlamadım. Yahut “valla televizyon dizileri seyretmek ya da bilgisayarda vurdulu kırdılı oyunlar oynamak daha çok hoşuma gidiyor, kitaplarla işim olmaz” diyenle de karşılaşmadım.
Varsa yoksa vakitsizlikten yakınıyoruz. Aslında okumayı ne kadar sevdiğimizi –ya da en azından bir zamanlar sevdiğimizi- lakin hayatın yoğun akışı içinde kitaba vakit bulamadığımızı söylüyoruz. Hep aynı gerekçe, hep aynı kelimelerle…
Peki nedir okumanın vakti? Günün hangi saatidir mesela? Hangi dem? Hangi mevsim? Acaba kitapları zihnimizde gereğinden fazla mı yüceltiyoruz? Farkına bile varmadan. Bir yazarın bunu söylemesi garip kaçabilir ama kitaplar yüce varlıklar değil. Tabii şayet Kutsal Kitap’tan söz etmiyorsak...
Kitap dediğin hem sonsuza uzanan bir âlem, hem de basit bir nesnedir. Gündelik hayatın içinde oradan oraya taşınacak, sayfaları kırıştırılıp eskitilecek, cümleleri işaretlenip çizilecek, yanına notlar düşülecek bir sayfalar ve kelimeler toplamıdır. Ne fazla abartalım, ne de küçümseyelim kitapları. Olduğu gibi görelim ki, doğal ve samimi ve akışkan olsun matbu metinle ilişkimiz.
Öyleyse, yani roman ya da hikâye dediğimiz şey kutsal bir varlık filan değilse, onun için öyle özel bir zaman ayırmak da gerekmiyor aslında. İnsan pekâlâ bir yerden bir yere seyahat ederken / durakta otobüs beklerken / takside giderken / trafikte ömür törpülerken / kuaförde perma yaptırırken / dolmuşta boş boş otururken / manikür veya pedikür yaptırırken / dişçide sıra beklerken / serviste işten eve evden işe giderken / vapurda etrafa bakınırken / geçici olarak bir yerde dikilirken / randevuya geç kalan arkadaşını ağaç olmuş beklerken hasıl-ı kelam, hayatın o ufacık ve daracık anları içindeyken de okur, okuyabilir. Zaten işin doğrusu kitap bir tek böyle zamanlarda okunur.
Onun dışında ayrı ve özel bir okuma zamanı yoktur. Çok az insan bir oturuşta üç-dört saat bölünmeden okuma lüksüne sahip. Onları saymıyorum. Geri kalan çoğumuz, biz fani beşer, olsa olsa beş dakika şimdi, on dakika sonra, yarım saat akşamüzeri, yirmi dakika yatmadan evvel böyle böyle, ufak ufak, kesik kesik okuyabiliriz.
Gün içinde “kitap okuma zamanı” diye ayrı bir saat yaratmaya çalışmak beyhude bir çabadır. Kimsenin böyle bir zamanı yok. İşadamının da, bankacının da, tezgâhtarın da, garsonun da, öğretmenin de, öğrencinin de, başbakanın da kimsenin. Herkes meşgul, herkes yoğun. Herkes yaşam derdinde. Tutup da deri koltuklara gömülerek, hercai bir lambanın ışığı altında ve hoş bir müzik eşliğinde ve kimse tarafından rahatsız edilmeden, köpüklü kahvemizi yudumlayıp badem ezmesi atıştırarak saatlerce kitap okuyacağımız günün gelmesini bekliyorsak, beklediğimizle kalırız maalesef.
Okumak için ayrı bir hazırlık yapmaya, özel bir mekâna veya her zamankinden farklı ve duru bir ruh haline ihtiyacımız yok. Eğer kitapları zihnimizde yüceltmekten vazgeçip gündelik hayatımızın gayet olağan, basit ve sıradan ama bir o kadar ayrılmaz nesneleri olarak görmeye başlarsak, “okuma saati” dediğimiz şeyin gelmesini beklemekten de vazgeçeriz. Her şey çok daha kolay olur o zaman. Bir de bakmışız, meğer ne çok vakit varmış okumaya...
20 Haziran 2010