Evlenebilmek için ailelerine karşı çıkmak zorunda kalan gencecik bir çiftin öyküsüdür bu. Tanıdık bir hikâye. Ve hayat kadar hakiki.
Kadın henüz yirmilerinde. Sesi billur, yüreği sırça. Hayallerini kilitli çekmecelerde, naftalinli sandıklarda saklayarak büyümüş. Öylesine içine kapanık ve suskun. Dört çocuklu bir ailenin en büyük kızı. Kendini bildi bileli hep fedakârlık yapmış, kardeşlerine bakmış. Ağırbaşlı, sorumluluk sahibi. Hayatta kendine ayırabildiğin tek bir meşgale var. Üzerine titrediği bir tanecik alan: Müzik. Türkü söylüyor bir halk korosunda. O solo aldığında herkesin yüzü gülüyor. Dinleyenin içine işliyor kırılgan sesi. Buğulu cam gibi.
Erkek kadınla hemen hemen aynı yaşta. O da müzisyen. Aynı koroda bağlama çalıyor. Böyle tanışıyorlar. İlk günden başlayan karşılıklı çekim kısa sürede aşka dönüşüyor. Beraberken bile birbirlerini özlüyorlar. Ayrı kaldıklarında birbirlerinin yolunu gözlüyorlar. Hasretin bir katresi bile ağır geliyor, geçmiyor saatler. Aşk bir sihirli halı gibi uzanıyor ayaklarının altında; haftalar, aylarca yere basmadan yaşıyorlar. Akılları bulutlarda, yürekleri pır pır. Biri söyleyip biri çalarken etraftakiler mest olmuş bir halde dinliyor. Herkes onların birbirleri için yaratıldıklarını, bir elmanın iki yarısı gibi bir bütünü tamamladıklarını söylüyor. Ne var ki biri Alevi, öteki Sünni. Gerçi genç kadın ile genç erkeğin gözü bu tür ayrımları görmüyor. Ama aileler. Ama konu komşu. Ama toplum. Hep bir ama var etrafta....
***
“Hangi çağda yaşıyoruz? Hepimiz aynı mayadan, aynı hamurdan değil miyiz?” diyor genç adam. Kızgın. Kırgın. “Konuşuruz ailelerimizle. Anlatırız. Güzellikle söylersek anlarlar.” Kadın ise düşünceli, karamsar. Babasının asla Sünni biriyle evlenmesine izin vermeyeceğinin bilincinde. Ne yapması, kime danışması gerektiğini bilmiyor. Aşk bir cendere olmuş, burgu gibi yüreğini sıkıyor. Nihayet cesaret edip annesine durumu çıtlattığında gördüğü tepki korktuğundan da beter oluyor.
“Sakın,” diyor annesi. “Zinhar. Etraf ne der sonra?”
“Elâlemin ne dediği, başkalarının oturup hakkımızda nasıl dedikodu yaptığı, öz kızının mutluluğundan daha mı önemli?” Böyle demek istiyor anasına. Kelimeler diziliyor boğazına. Yutkunamıyor. Aynı gün, aynı saatlerde genç adam da babasına durumu açmaya karar veriyor. Erkek erkeğe konuşacak onunla. Doğrudan, dürüstçe. Babası sert bir adam. Çok içerdi eskiden, gerçi şimdilerde bıraktı. Herkes bir parça çekinir gölgesinden. O da öyle olsun ister zaten. Çocukları üzerinde otorite kurmuş ta başından beri. Sevilmekten ziyade korkulmak isteyen babalardan. Sevgi zaten kendiliğinden gelir, aile fertleri korkacaklar ki aile reisinden hata yapmayacaklar...
Genç adam bir gün çocukları olduğunda babasından çok farklı bir baba olmaya kararlı. O “korkulan baba”lardan değil, “sevilen baba”lardan olmak istiyor. Yemekten evvel birdenbire, babasına bir kıza âşık olduğunu söylüyor. Sesi titriyor konuşurken ama çabuk toparlıyor kendini. Utanmayacak bu durumdan. İnsan aşktan utanır mı? Bir suç işlemiş gibi davranmayacak. Kabahat değil ya sevmek, sevilmek Başını dik tutuyor. “Baba müsaadenle biz evlenmek istiyoruz.” “Dur hele, acelen ne? Kimin nesiymiş bir bakalım,” diyor babası. O zaman söylüyor genç adam. Pat diye, saklamadan. “Alevi bir ailenin kızı.” “Unut” diyor babası. “Bize yaramaz. Bu kızı bize gelin diye getirmeye kalkarsan seni evlatlıktan çıkartırım.” Nasıl bir şey evlatlıktan atmak? İnsan bir kalemde siler mi öz evladını, kanını canını, sırf kendine ait bir hayatı ve hayali var diye? “Baba...” “O kızla evlenmeye kalkarsan bu evden bavulunla çıkarsın. Bir daha annenin yüzünü göremezsin” Genç adam kalıyor öyle. Ellerini yumruk yapmış farkında bile olmadan. Gidecek bir yeri yok. Ama şu anda hiçbir şey umurunda değil. Senelerce tehditle sağlanan bir otoriteyle büyüdü. Otorite, sevgi demek değil. Babası bu ikisi arasındaki ayrımı göremiyorsa beyhude yaşamış bunca seneyi. “Cenazeme de gelmeyesin,” diyor babası o kapıdan çıkarken.
Genç adam ve genç kadın evlendiklerinde nikâhlarında bir avuç insan var. Bu halde İstanbul’dan ayrılıp sakin bir kasabaya yerleşiyorlar. Bir kızları oluyor. Ona hem Aleviliği hem Sünniliği öğretiyorlar. Ona insanın insana değer verdiği bir muhabbet felsefesi veriyorlar.
Genç adam kendi kendisine verdiği sözü tutuyor. Babası gibi bir baba olmuyor. Sevmekten de sevdiğini göstermekten de çekinmiyor.
Sekiz sene geçiyor aradan. Babasının fenalaştığı haberini alıyor. Kızının elini tutup gidiyor İstanbul’a. Hastanın durumu ağır. Yaşlanmış iyice. Çoktan azalmış gözünün feri. Ömrü hayatının sonlarına geldiğini anlayan her insan gibi onun da bakışlarında bir başkalık var.
İlk defa gördüğü torununa bakıyor uzun uzun, sonra oğluna dönüyor. “Karın nerede?” diye soruyor. “Getirmedik,” diyor oğlu. “Görmek istemezsin diye düşündüm.”
“Olur mu, gelseydi keşke...” Son sözleri bunlar. Bir ömrü noktalayan iki kelime. Gelseydi. Keşke.
27 Haziran 2010