Bugün size kısa kısa tadımlık hikâyeler anlatmak, notlar aktarmak istiyorum, beni düşündüren, dönüştüren cinsten tadımlıklar...
1. Tarihçi Alberto Manguel’in aktardığı bir hikâye var. Diyor ki:
11. yüzyıl başında İran’da kitaplara son derece düşkün bir şah yaşardı. Günün birinde uzun ve uzak bir sefere çıkması icap etti. Başka şahlar ya da sultanlar olsa, muhtemelen böyle durumlarda saraylarından, rahatlarından ya da cariyelerinden ayrılacaklarına üzülürlerdi ama bu şah kitaplarından ayrılacağına üzülüyordu. Kütüphanesinden ve çok sevdiği el yazmalarından kopmak istemiyordu. Toplam 117 bin kitabı vardı.
Sonunda kitaplarını da beraberinde götürmeye karar verdi ve daha evvel duyulmamış bir şey yaptı. Dört yüz deveyi arka arkaya dizerek hepsine çuvallarla kitap yükledi. Develer, harf sırasına göre sırtlarına konulan kitapları taşıyarak şahla beraber sefere çıktı. Dağları, ovaları onunla beraber kat ettiler. Böylece şah yol boyunca ne zaman bir kitaba ulaşmak istese, o harfi taşıyan deveyi bulup eseri kolaylıkla çekip alabiliyordu.
Kitapları bu kadar tutkuyla seven kaç yönetici var acaba şimdi tüm dünyada?
2. Şark klasikleri geliyor aklıma. Sürekli seyahat eden, okumak kadar yolculuklara da önem veren, velhasıl “çok gezen mi bilir çok okuyan mı” ikilemine inanmayan ünlü şair, âlim ve filozof Sadi’yi düşünüyorum. Diyor ki Bostan’da:
Şairin biri mecliste olmayan biri hakkında dedikodu etmeye başlamıştı. Orada bulunan bir âlim dönüp sözünü kesti. “Benim yanımda,” dedi, “Onun bunun kötülüklerini sayıp beni de onun hakkında fena fikirlere sevk etme. Farz edelim ki bahsettiğin adamın itibarı eksilmiş olsun. Farz edelim ki senin lafların ondan bir şeyler alıp götürmüş olsun. Fakat bu eksilen şey senin mertebene eklenecek değil ki... Bir başkasının gözden düşmesi sana ne kazandıracak? Hiç kimse için fena söyleme. Yoksa fenayı kendine düşman edersin.”
Sadi’den kulaklarımıza küpe olması gereken altın bir nasihat. Hem de The Secret’tan yüzyıllar önce söylenmiş.
3. Gene Sadi’den sevdiğim bir nasihat var. Diyor ki, hayatta bir an evvel başarmak istemek iyi bir şey değildir aslında. Zira “Kolay elde edilen şeyler uzun sürmez / Bağdat’ta bir fırından günde yüz kâse çıkarken / Çin’de tek bir seramik kâse üretmek kırk yıl alır / Hangisi daha değerlidir?/ Yumurtasından yeni çıkmış bir civciv kendi gıdasını bulup yerken / Bir bebek yıllar boyu bakıma muhtaç kalır / Birincisi bakışlarını asla yerden ayırmazken / İkincisi içeride yıldızlar ve galaksiler barındırabilir.”
Emek, emek, emek... Yaptığımız her işte ve her zaman ortaya çıkan sonucun kalitesini belirleyen en büyük kriter ona verdiğimiz emek. Çalışmak ve emek kısmı tamam da peki insan yaratıcılığını nasıl besler? Fikirlerini ve beynini nasıl zinde tutar? Proust açısından bunun iki ayrı cevabı var. Dünya edebiyatının gelmiş geçmiş en önemli kalemlerinden Proust’a göre fikirler iki ayrı biçimde mayalanırdı: “Acı veren fikirler” ve “acısız fikirler”.
Acısız fikirler entelektüel ve akademik gelişme için önemlidir. Ama mesele sanat ve edebiyat ise işte o zaman acılı fikirlere ihtiyaç var. Bir yerlerde bir yaran olacak, canını yakan bir kıymık, hani işlemiş etine, sızlar derinde ince ince. Çıkarsan çıkaramazsın, atsan atamazsın. Bir yerlerde bir yara izin olacak, ara ara nükseden eski bir sancı, kanayan bir yara. İlla ki bir hoşnutsuzluk, bir huzursuzluk, bir hazmedememe halin olacak. İlla ki bir uyumsuzluk olacak seninle yaşadığın dünya arasında. Mutluluk beden için iyidir, sağlıklıdır ama mesele bedeni değil de beyni geliştirmekse eğer, o zaman mutluluktan değil ancak hüzünden hayır gelir!
Ve işte bir yorum da Susan Sontag’dan. Dünyanın en önemli entelektüellerinden biri olarak gösterilen rahmetli Sontag bir makalesinde yaratıcı insanların melankoliye olan eğilimlerini deşmişti. Üstelik aşk üzerinden. Sadece onların mı? Herkesin. ‘Modern aşk kültürü işte tam da bu noktada giriyor devreye. Kendimizi, duyguları yaşama gücümüz açısından sınadığımız ve yetersiz bulduğumuz başlıca alandır bu.”
Öyleyse bu pazar sabahı gelin yaratıcı işler yapmanın formülünü Doğu’dan ve Batı’dan bir sentezle yazalım. Biraz Sadi, biraz Sontag, biraz Proust katınca beynimizdeki kazanın içine şöyle bir şey çıkıyor ortaya: Yüreğimizin çıktığı her sefere –yol ne kadar uzun ve çetin olursa olsunkitaplarla gitmek, okuyarak kendimizi geliştirmek; kimse hakkında kötü laf etmemek ve mümkün mertebe kendi işimize, kendi içimize bakmak; hüzünden, fikirlerden ve aşktan daima ilham almak; ve her işe muhakkak emek vermek. Her resme, her filme, her kitaba, ürettiğimiz her işe...
18 Temmuz 2010