Babalık tek bir günde edinilen bir paye değil. İnsanın bebeği olur olmaz kazandığı bir unvan değil. Baba olmak, öğrenmesi belki de bir ömür boyu süren bir hayat dersi aslında; yürümekle aşınmayan hem engebeli hem dallı budaklı bir uzun yol. Ne dönemeçlerden geçiyor insan yol boyunca. Ne dağlar tepeler aşıyor farkında bile olmadan. Nerelerde tökezleyip düşüveriyor yere, dizini incitme pahasına, sonra kalkıp ayağa, yola devam ediyor. Azimle, olgunlukla...
Babalık, annelikten daha geç başlıyor. Anne, daha henüz karnındayken hissediyor bebeği, sevmeye başlıyor. Hatta daha rahme bile düşmeden, bebeğin fikrini, idealini, soyut halini seviyor belki de. Günbegün büyüyor sevgisi. Cisimleşiyor, kristalleşiyor. Annelik de bir nevi öğrencilik ama mayası ve kimyası itibarıyla babalığınkinden çok farklı. Baba olmak bebek doğduktan sonra başlıyor, önce değil. Göz teması lazım muhakkak. Ama o da yeterli değil. Ne zamanki bebek dilleniyor, ayaklanıyor, bebeklikten çıkıp çocuk oluyor, baba daha iyi iletişim kurmaya başlıyor.
BABANIN OLAMADIĞI ADAM
Geçiyor yıllar. Buluğ çağı geldiğinde baba ilk büyük sınavını veriyor. Oğlan çocuğunun babaya karşı açtığı ilk büyük savaş bu dönemde yaşanıyor. Daha önce su yüzüne çıkan küçük küçük sürtüşmeler ve babaya duyulan o büyük hayranlık bir kenara, şimdi oğlan çocuğu ilk defa bir varoluşsal kopuş yaşıyor. Şöyle bir sallanıyor babanın kayığı. Ama ardından yeniden dengesini buluyor. Baba oğlunun belli bir şekilde yetişmesini istiyor. Kendi olmak istediği gibi bir adam yapmaya çalışıyor onu. Olamadığı adam. Hangi bölümde okuyacağını, kimlerle arkadaşlık etmesi gerektiğini, boş zamanlarda ne yapacağını sadece bilmek değil, belirlemek de istiyor. Halbuki oğlan artık olmuş bir delikanlı. Ve bir isyan bayrağı asmış güvertesine. Gidiyor pupa yelken, açık denizlere. Kendi denizine...
Üniversite yıllarında araları biraz açılıyor ister istemez. Oğlan başka bir şehire gidiyor okumaya. Baba, o sene ilk defa hızla yaşlanıyor. Bilmezdi oğluna bu kadar düşkün olduğunu, onu evden uğurlayana kadar. Bir boşluk hissiyle uyanıyor sabahları. Geceleri yüreğinde bir sıkışma. Halbuki duygusal bir adam değildir. Ya da öyle zannederdi bunca senedir. “Hanım ne yapar ne eder bu oğlan oralarda?” diye soruyor zaman zaman. Cevabını beklemediği bir soru bu aslında. Cevaplanması gerekmeyen sorulardan, sırf sorulmuş olması önemli.
Arada bazı derslerde yaşanan birkaç aksama sayılmazsa eğer, oğlan iyi bir ortalamayla bitiriyor üniversiteyi. Mezuniyet töreninde anne ve babası gururla gülümsüyor. Çok resim çekiyorlar o gün. Oğlan arkadaşlarını ailesine tanıştırıyor. Anne memnun, baba memnun. Yalnız o zamana kadar akla gelmeyen bir düşünce başlıyor babanın içini kemirmeye. Oğlunun hiç kız arkadaşı yok. Var da yok gibi. Halbuki bunca sene aman yanlış kıza âşık olur, yoldan çıkar diye endişe eden kendisiydi. Oğlunun hemen hemen hiçbir zaman karşı cinsle yakınlaşmamasını isteyen de gene kendisiydi. Ama madem ki okul bitti, üniversite geride kaldı şimdi birdenbire algıları değişti. Artık istiyor ki oğlunun yanında iyi bir kız arkadaş olsun, hani şöyle mazbut bir aileden mütevazı güvenilir bir kız.
Zaman hızla geçiyor. Oğlan iş hayatına atılmış. Tam bir işkolik. Deli gibi çalışıyor. Babanın kendini en aciz hissettiği dönem başlıyor. Öyle bir hayat kurdu ki oğlu kendisine, değil müdahale etmek kurallarını anlayamıyor, köşelerini kavrayamıyor. İlk defa kendi kendisine sormaya başlıyor. Nasıl bir insan acaba oğlu? Nasıl biri? Ve baba, ancak o zaman anlıyor ki aslında kendi oğlunu ne kadar az tanıyor. Neler okuyor, neler izliyor, bilgisayar karşısında kimlerle yazışıyor... Hiçbir şey bilmiyor ki. Oğlu bir muamma. Üniversitenin ilk yıllarında oturup konuşurlardı. Okudukları kitapları paylaşırlardı, farklı farklı görüşlerden filozofları sevmekle beraber, gene de bir ortak zemin vardı. Ama şimdi o da kalmadı sanki. Baba ilk defa oğlunu daha yakından tanıma gereği duyuyor.
Daha çok telefon açıyor. Sabah akşam olmadık saatlerde cepten yakalıyor. Oğlan babasının bu ani ilgisi karşısında evvela biraz bocalıyor. “Bugün ne yaptın?” diye soruyor babası. Halbuki oğlan gelmiş artık otuz iki yaşına. Çocuk değil ki hesap versin. Hem neyi ne kadar anlatabilir ki? Tuhaftır, başka ailelerde anneler baskı kurar “Oğlum hadi evlen torun ver bize” diye. Burada anne bu tür talepleri tekrarlıyor ama esas babaya bir haller oldu. Bilmek istiyor. Oğlunun hayatında olmak istiyor. Bir an evvel evlenmesi bile sanki o kadar önemli değil.
Oğlan bunu babasının ölüm korkusuna bağlıyor. Zaman zaman gittiği terapistine anlatıyor. “Babam çok değişti, sabah akşam yokluyor beni. Aramadığımda hep sitem ediyor. Çocuk gibi oldu.”
Terapist soruyor. “Belki seni daha iyi tanımak istiyordur.”
Acıyla gülümsüyor o zaman genç adam. “Tanımak istemek demek yüreğini önyargısızca o insana açmak demek. Yoksa bunun adı görmek istediğini görmektir. Babamın beni hakikaten tanımak istediğini hiç sanmam.”
Kapanmayan bir gedik var baba oğul arasında. Ne zaman böyle oldu, açıldı bu mesafe? Ve neden şimdi bir köprü kuramıyorlar bu boşluğun üstüne?
Otuz altı yaşında genç adam. Babasının karşısına çıkmaya cesaret ediyor hayatında ilk defa. Ona açacak kendini. Saklamayacak. “Baba,” diyor “Sana bir şey söylemem lazım. Seni üzmekten, vereceğin tepkiden çekindiğim için bunca zaman kendime sakladım. Ama artık böyle saklanarak yaşamak istemiyorum. Beni olduğum gibi görmeni istiyorum. Beni bu şekilde sevebilecek misin baba, merak ediyorum. Çünkü ben seni olduğun gibi seviyorum.”
BABA VAR SADECE İSMİ BABA
Yaşlı adam bakıyor oğluna. Yüzünde endişeli bir bekleyiş. Duymak istediğinden emin değil. Ama susturmaya, durdurmaya da gücü yok.
“Baba ben eşcinselim....”
Babalık tek bir günde edinilen bir paye değil. Öğrenmesi bir ömür süren bir hayat dersi aslında. Ve bir erkeğin babalık sınavında ne not alacağı bu tür duygusal dönemeçlerde çıkıyor ortaya.
Baba var sadece ismi baba. Bir gölgeden ibaret. Baba var otoriteyi ve saygı görmeyi her şeyden fazla seviyor. Güce tapıyor. Baba var oğluyla beraber yürüyor hayatın patikalarında; değişmeyi, dönüşmeyi biliyor, su gibi akışkan, yüreği arz kadar geniş. Baba var oğlunu eşcinsel olduğu için bir kalemde evlatlıktan reddediyor. Ve etrafın ne dediğini, nasıl dedikodu yağacağını her şeyden fazla önemsiyor. Baba var evladının mutluluğunu her şeyden üstün görerek ve onu iyi bir insan olarak yetiştirmeyi önemseyerek yüreğinin kapılarını hayatın nice rüzgârına açık tutuyor...
Baba var hiç sevmemiş aslında. Baba var yüreği uçsuz bucaksız bir derya.
01 Ağustos 2010