Jacques Derrida şüphesiz çağdaş düşünce tarihinin en çok konuşulan, en fazla ardıl bırakan isimlerinden biri idi. Çok az düşünür onun gibi hem bu kadar göz önünde ve ünlü, hem de bu kadar muamma ve “anlaşılmaz” kalabilirdi herhalde. Hayranları toz kondurtmayacak kadar yüceltti onu ve retoriğini.
Karşıtları ise tam da bu retorik yüzünden tüm yapıtlarını ve varlığını topyekün reddetmeye kalktı. Her halükârda Derrida kudretini, şöhretini ve karizmasını kendisini olumlayanlardan ve birebir yankılayanlardan olduğu kadar, eleştirenlerden ve reddedenlerden de aldı. Akademide daimi bir referans noktası, önemli bir figür olarak kaldı. Önemli; ama bir o kadar ismi -eserlerinden- heybetli bir figür olarak. Derrida 9 Ekim tarihinde vefat etti ve ölümünden kısa bir süre önce son derece ilginç, üzerinde düşünülmesi gereken bir konuşma verdi Le Monde Diplomatique’in 50. yıldönümünde kalburüstü bir dinleyici kitlesine. Bugün Avrupa Birliği ile ilişkilerini hızlandırma ve rayına oturtma çabası içindeki Türkiye’nin bu konuşmayı ve bu konuşmanın ardındaki ruhu iyi anlaması, analiz etmesi şart.
Ne ilginçtir ki, Derrida akademik yazılarındaki neredeyse yılankavi retoriksel inceliği bir kenara bırakmış görünüyordu bu konuşmada. Yazılarında Batı dünyasının ve mirasının hegemonik doğrularına ve dayatmalarına sert eleştirilerde bulunmasıyla nam salan düşünür, ömrü hayatının son büyük kamusal konuşmasında neredeyse tam ters yönde sözler sarf etti aslında. Bugün uluslararası arenada bol keseden tüketilen genellemelerden o da nasibini almış gibiydi. Zira dünyanın geleceğinin bir taraftan Amerikan hegemonyası, bir taraftan da Çin ve Arap teokrasileri arasında bölündüğünü; böyle dar bir çerçevede Avrupa’nın üzerine önemli bir görev düştüğünü, alternatifin Avrupa ve Avrupalılık olduğunu söyledi. Bu vurgu kendisini de rahatsız ediyor olmalı ki, ara ara “ama ben Avrupa-merkezci değilim” deme gereği duydu. Aydınlanma Felsefesinin mirasını kıyasıya sorgulaması, lime lime katmanlara ayırması ve son tahlilde reddetmesiyle büyük çıkışını yapan post-yapısalcı düşüncenin bu en önemli simalarından birinin ölümüne yakın Aydınlanma Felsefesini neredeyse minnetle yâd etmesi dikkat çekici bir nokta.
Derrida’nin konuşmasının bir başka önemli özelliği gerek Yahudi karşıtlığının gerekse İslam karşıtlığının Avrupa’yı içten içe kemireceğini belirtmiş olmasında saklı. Avrupa’daki Yahudilerin artan ırkçılık ve yabancı-düşmanlığı yüzünden İsrail’e göç etmesinden, Sharon’un bunu bir bahane olarak kullanmasından endişe duyduğunu söyledi Derrida. Benzer şekilde, Filistin halkının haklı mücadelesinde Avrupa’nın taraftar olması gerektiğinin altını çizdi. İnsan hakları, toprak ve devlet için verilmiş bir mücadeleyi desteklemenin intihar saldırılarını desteklemek anlamına gelmediğini, entellektüellerin bu ikisi arasındaki ayrımı son derece belirgin bir şekilde çizmesi gerektiğini vurgulayarak. “Benim rüyam başka, bambaşka bir dünyanın yaratıldığını, varolduğunu görmek” diye ekledi o konuşmada Derrida. Ve o başka dünyada, çok kültürlülüğün Avrupalılık mirasının ayrılmaz bir parçası olduğunun altını çizdi. Ürkütücü olan Avrupa’nın ve Avrupalılığın daralması, aynılaşmasıydı. Bunları dedi; ama bunun nasıl olacağını belirtmedi. Bu Avrupalılık kimliğinde Müslümanlara ne kadar yer olduğu sorusunu yanıtlamadı. Sadece, düşlediği o başka, o öte Avrupa’da kendi liderlerini ve sistemlerini eleştiren Filistinlilerin, İsraillilerin ve Amerikalıların seslerine kulak verileceğini belirterek sözlerini bitirdi. Sevenleri sevmeyenleri bir kenara, Derrida bu yüzyılda Avrupa felsefesini ve kimliğini temsil ettiği düşünülen en önemli aydınlardan biriydi. Onun bu son konuşmasındaki haklı, çarpıcı savlar kadar satır aralarında gizli kimi tutarsızlıklar ve genellemeler de Türk entelijensiyasının dikkat buyurması gereken noktalar.
12.12.2004