|
|
Yazılar |
Kalem kılıçtan keskin midir? |
Takip edenler bilir; ´ zaman zaman (çok sık olmamak kaydıyla) Twitter´da, kendimce önemli bulduğum konularda kısacık mesajlar yazıyorum. Kişisel konulara değinmeyi açıkçası pek sevmiyorum. "Bugün filanca ile şu yemeği yedim" ya da "Bu kafede falancaya rastladım" şeklinde yazmayı tercih etmiyorum. Kendime dair değil de; hayata, kültüre, edebiyata, sanata, düşünmeye ve düş kurabilmeye dair Twitter mesajlarım. Sevdiğim yazarlardan sözler koyuyorum bazen. Sağ olsunlar, 70 bin oldu takip edenlerin sayısı. Bunca insanın hayatın hiçbir anını gereksiz kelime kalabalığı ile işgal etmemek için düşünerek, bekleyerek, özen göstererek yazıyorum her mesajı. Beğendiğim etkinliklere, okuduğum kitaplara, dikkatimi çeken kampanyalara da yer veriyorum. Bunlardan bir tanesi de Radikal Gazetesi´nin "Savaşma, Konuş" kampanyası oldu. Bu dönemde böyle yapıcı bir ses çıkmasını barış için anlamlı buluyorum. Lakin bir gün evvel Twitter´da bundan bahsederken, doğrusu, gelecek eleştirileri düşünmedim desem yalan olur. "Ooo, Habertürk´te yazıp da nasıl bir başka gazetenin kampanyasına destek verirsiniz?" diyenler de olacaktır muhakkak. Halbuki, gazeteleri ringe çıkmış boksörler gibi "ezeli rakip" olarak görmüyorsak; birinin artı puanı ötekilerin hanesine hemen eksi olarak yazılır diye düşünmüyorsak, kendi gazetemizi sevip sahiplenirken, farklı gazete ve gazetecilerin yaptıklarını da takdir edebiliriz; bunda bir beis görmüyorum. Ama herhalde en haşin eleştiri "eş kontenjanından" gelecek. "Vay, şuna bak, gitmiş kocasına destek vermiş" diyenler çıkacak. Müstehzi bir tebessüm, imalı bir ifadeyle. Bu konu kafamı kurcalıyor işte. Hani şu eşlerin sessiz ve cici ve kenarda kalma zorunluluğu! Peki ama insan, başkalarının yaptıklarından söz edebilirken, "Aman şimdi ne derler" diye kendi eşinin yaptığı hiçbir şeyi takdir edemiyorsa, bu kadar temkinli, böylesine kategorik bakmak ve yaşamak da bana doğal gelmiyor. Yazıyorum çünkü bu benim aşkım. Yazı benim zamkım. Bütün parçalarımı bir arada tutan yegâne Japon yapıştırıcısı. Yazıyı sevdiğim kadar, sevdiğim şeyleri yazmaya gayret ediyorum. Kimden gelirse gelsin. Türkiye´de her şeyin bu kadar şahsileştirilmesinden kimseye bir fayda gelmediğine inanıyorum. İlkeleri, teorileri, kitapları, konuları değil de hep kişileri ve isimleri tartışıyoruz ya, sıkıldık artık. Ben hayata soldan bakarım ama sağ görüşlü bir insan bir güzellik yaptığında onu da alkışlarım. Herkesin bana benzemesini beklersem eğer, fena halde yanılırım. Onun adına "kibir" der zaten bilenler, erenler. "Kalem kılıçtan keskindir" lafını çok sık kullanıyoruz ama artık bunu da geçsek. Kalemlerimizi kılıç gibi kullanmak zorunda mıyız? Üç silahşorlar havasında habire çarpışa çarpışa. Ben kalemimi illa da bir şey gibi kullanacaksam "uçurtma gibi" kullanmak isterim. Rüzgârda asi, firari. Ya da kürek gibi mesela. Dehlizler açabilmek için toprakta, duvarda, katılıkta. Firar yollarından kaçsın ruhumuz diye. Özgür kılsın kendini. Benim gibi 1970´lerin başlarında doğanlar, 1980 darbesini henüz çocukken yaşayanlar derinden bilir bunu. Bizler imza vermeyi sevmeyiz. Dilekçelere itibar etmeyiz. Alerjimiz var, dokunur. İki temel sebebi var bu halin. Birincisi, ne kadar dilekçe toplarsak toplayalım, ne kadar imza atarsak atalım hiçbir şeyin değişmeyeceğine dair genel karamsarlığımız, yılgınlığımız. "Böyle gelmiş böyle gider" lafını bir başka dilde bulamazsınız. Sisteme bir etkimiz olabileceğini düşünmeyiz. Sistemin bizim üzerimizdeki etkilerini tartışırız varsa yoksa. İleri bir demokrasi ile "henüz emekleme aşamasındaki" bir demokrasi arasındaki en büyük farklılıklardan biri de bu olsa gerek. Batı demokrasilerinde insanlar bizde olmayan bir özgüven ile hareket etmekteler. Bırakın temel konuları, en basit meselelerde bile bir bakmışsın örgütlenmişler, hemen bir tezgâh açmışlar, imza topluyorlar. Dilekçelerin ve girişimlerin ses getireceğine dair muazzam bir inançları, önkabulleri var. İkinci sebep biraz daha karmaşık ama tek kelimeyle izah edilebilecek kadar sade:Korku. Ürküyoruz ismimizi bir yerlere yazmaktan. Bu topraklarda bunca insan fişlendi, bunca isim harcandı. Nasıl korkmayız? Söz uçar, imza kalır. Ya ileride aleyhimize delil olarak kullanılırsa. 10 yılda bir darbe yaşadı bu toplum. Öyle her dilekçeye, hele hele az buçuk siyaset kokan kampanyalara imza atamayışımızın bir sebebi de ürkmemiz, "Neme lazım bulaşmayalım"cılığımız. Ama çok sesli, huzurlu, barışçıl, demokrasiyi tam anlamıyla özümsemiş bir toplum istiyorsak eğer köhne yılgınlıklarımızı da, bayatlamış korkularımızı da geride bırakabilmek zorundayız. Bu da bir nevi bayram temizliği!
21 Kasım 2010
|
İzlenme : 2832 |
Geri Dönmek İçin Tıklayın |
|
|
|