|
|
Yazılar |
Kitap kervanı |
İlkokul yıllarınızı hatırlar mısınız? 1970 sonlarında habire şöyle bir laf dolaşırdı ortalıkta: "Çocuklara muhakkak kitap okuma alışkanlığı aşılamak lazım." Ben o zamanlar 7-8 yaşlarındaydım. Tüm yaşıtlarım gibi kaygıyla dinlerdim bu lafları. Aşı ki her çocuğun en korktuğu "Top Ten Öcü"ler arasındadır. Bize ne aşılayacaklardı acaba? Tetanos aşısı, verem aşısı gibi bir şeydi kitap okuma alışkanlığı aşısı da. Sınıfta sıraya girip, tek tek aşımızı olacak; kollarımıza pamuk bastırıp salya sümük ağlayacağız zannederdik. Nitekim sınıfın bir köşesinde duran ve nedense camları paket kağıdıyla kaplı (içerideki kitaplar görünmesin diye herhalde) ve adına "kütüphane" dediğimiz büfeye fazla yaklaşmazdık. Ne olur ne olmaz. İçeride mahzun, boynu bükük bizi beklerdi Robinson Crusoe ve Cuma. Büyükler anlamazdı bu ruh halimizi. Bize tepeden bakmaya devam ederlerdi. "Ağaç yaşken eğilir," derlerdi mesela. Benimse hep kafamı kurcalardı. "İyi de kim neden bir ağacı eğme gereği duysun ki!" Ağaç dediğin zaten kendi kendine büyür, serpilir, uzar gider. Eğmeye lüzum var mıydı acaba? Üstelik bize kitap okumanın sonsuz erdemlerinden bahseden, bu konuda uzun ve kuru nutuklar atan anne-baba-amca-teyze-komşular´ın kitap okuduğunu pek görmezdik. Kendilerinin yapmadığı bir şeyi bizim yapmamızı niçin isterlerdi acaba? Orta halli mahallelerin orta halli evlerinde, televizyon büfelerinin içinde cilt cilt ansiklopediler dururdu. Sırtları siyah üzerine altın sarısı. Onları da kimse okumazdı. Ama rafları iyi doldururlardı. Uzaktan bakınca güzel süs olurlardı. Anneler tek tek tozlarını alır, üzerlerine dantel örtüler örterlerdi. Böyle böyle okuma sevgisinin gelişmesi beklenirdi. Nafile! Gene de okurduk biz. Büyükler istediği için değil, büyüklere rağmen okurduk. Kemalettin Tuğcu, Gülten Dayıoğlu, Charles Dickens, Victor Hugo... Birbirinden heyecanlı macera kitapları: Gizli Yediler, Afacan Beşler ve çizgi romanlar: Asteriks, Süpermen, Örümcek Adam, Tommiks Teksas hayalgücümüzü geliştiren, bizi başka diyarla başka zamanlara taşıyan. Büyükler çizgi romanları küçümsemeye ve kitap okuma üzerine söylevler vermeye devam etsin biz çocuklar bir hayal âleminin kapılarını aralamıştık, el yordamıyla. *** Kitap okumak, aşılanması gereken bir virüs değil. Keza bir "hobi" de değil. Ezberlerimizi bozalım artık. Kalıplarımızı sarsalım. Okumak, boş zamanlarımızda yaptığımız bir şeyden ibaret olsa, büfe rafı doldurmaya benzer bu da. Halbuki okumak bir tutkudur. İptiladır. Aşk-ı muhabbettir. İnsan aşkına mazeret arar mı? Okuyan bir insanın zihni daha farklı çalışır. Kitaplar görsel düşünme yeteneğimizi pekiştirir. Beynimizi. Düşünce sistematiğimizi. Hayal gücümüz kanatlanır. Okudukça empati yeteneğimiz derinleşir. Başkalarının hikâyelerini hissedebilmek, kendini "öteki"nin yerine koyabilmek yüreğimizde kapılar açar. Katmer katmer, karanfil gibi. Dünyanın ünlü tarihçilerinden Alberto Manguel ilginç bir hikâye aktarır. 10. yüzyılda İran´da kitaplara son derece düşkün bir vezir yaşardı. Tam bir kitap kurduydu. Meraklı, âlim. 117 bin kitabı vardı. Hem de o dönemde, o şartlarda. Bu vezir, ne zaman uzak seferlere çıkması gerekse, kitaplarından ayrılmak istemediği için hepsini yanına almanın bir yolunu bulmuştu. Yaklaşık 400 deveyi peş peşe alfabetik sıraya göre dizmek kaydıyla bir kitap kervanı oluştururdu. Böylece hem yolculuk yapabilir hem okuyabilirdi. Gizli edebiyatçılar ülkesi Türkiye. Ortaya çıkmamış, henüz eserini üretmemiş ama hayalinden vazgeçmemiş "potansiyel yazarlar ve şairler ülkesi". Kitap okuma alışkanlığının görece sınırlı olduğu birçok ülkede, buna paralel olarak şair ya da romancı veya aydın olma arzusu da düşük kalır. Başka meslekler revaçtadır. Gençler de bunlara meyleder. Halbuki bizde durum tam olarak böyle değil. Türkiye´de kitap okuma alışkanlığı yeterince gelişmiş olmasa da, kitap yazma arzusu hayli yaygındır. Böyle bir ortamda sık sık "Nasıl kitap yazarım? Yazdığım kitabı nasıl yayınlatırım?" içerikli sorulara muhatap oluyorum. Bilhassa gençlerden. Doğrusu, beni zorlayan sorular bunlar. Çünkü her insanın hayatı ve kişiliği, mayası ve kimyası nasıl farklıysa, yazı serüveni de farklı olacaktır. Birine uyan reçete diğerine uymaz ki. Gene de sorular gelmeye devam ediyor. Sanki bildiğim ve kendime sakladığım bir formül var. Coca-Cola´nın açıklanmayan terkibi gibi... Yaratıcılık, yaratıcı yazarlık doğuştan gelen bir kabiliyet mi yoksa sonradan edinilen bir meziyet mi? Kanımca işin yetenek kısmını fazla efsaneleştiriyor, romantikleştiriyoruz. Eğer bir oran vermek gerekse yüzde 33 derim. En fazla yüzde 40. Gerisi emek emek emek. Okumak gerek. Büyüklerimiz bunu bize aşıladıkları için değil. Okumanın keyfine, zevkine, aşkına kendi imkânlarımızla vardığımız için.
19 Aralık 2010
|
İzlenme : 2690 |
Geri Dönmek İçin Tıklayın |
|
|
|