Rahşan Ecevit’in bu hafta evvela medyaya, oradan da evlerimize ve sohbetlerimize sızıveren yazılı açıklamasını gerçeküstücü bir filmin senaryosundan cımbızla tel tel seçilmiş ve seyirciyi şok etmek amacıyla en olmadık biçimlerde yan yana getirilmiş monolog kırıntıları olarak okudum ben şahsen.
Okudum ve bir kez daha bu memlekette romancılara haksızlık edildiğine kanaat getirdim. Zira Türkiye’de bir yazar tutup da bir romanında Rahşan Hanım gibi bir karakter tasvir etse ve romanın ilerleyen sayfaları boyunca, misal bu ya, bu karaktere bunca değişim, çelişki ve tezat üstüne tezat yüklese, okur da haklı olarak “canım romancı da amma uçmuş, amma da abartmış” der, soğur metinden. Amma velakin romancılara tanınmayan hayalgücü, siyasi tarihimizin anlı şanlı safhalarında zuhur eden karakterlere tanınmak durumunda. Edebiyatın bile tahayyül ve tahammül edemediği zıtlıklar ve abartılar siyasetin “olağan” parçaları ne de olsa.
İnsan medya üzerinden Müslümanlığını niye ilan etme gereği duyar durup dururken? Bayram değil seyran değil sahi neden “Ben bir Müslüman’ım” diye atılır orta yere, zaten Müslümanların halkın büyükçe bir kısmını oluşturduğu ve kimsenin olur olmaz bunu haykırma gereği duymadığı bir ülkede? Merak ediyorum soyut bir Müslümanlığı niye dillendirme gereği hisseder insan tereciye tere satmak babında? Hani yoksa İslam’ın somutta, gerçek hayatta yaşanma biçimleri, algılanma ve tecrübe edilme biçimleri üzerinden mi bir şey söyleniyor? Hayır! Acaba başörtüsü taktığı için herhangi bir kapıdan geri mi çevrilmiştir bunu söyleyen? Hayır! Ya da inancından ötürü bir baskı mı görmüştür ömrü hayatında? Hayır! Mesela diploması mı iptal edilmiştir? Hayır! Ya da mesleğini mi icra edememiştir filanca kurumda? Hayır! Peki ne öyleyse?
Müslümanlık böyle canın isteyince çıkartıp bir o yana bir bu yana sallayabileceğin bir yaka mendili midir? Ne vakit, nasıl, NASIL YANİ, kiliseler camilerin yerini almıştır da milyonlarca saf vatandaşın haberi dahi olmamıştır bu durumdan? Üstelik her biri Tanrı’nın evi addedilen kiliseleri camilerin düşmanı gibi görmek ve göstermek kadar tehlikeli ve bizzat dinin, semavi dinlerin birliğine, benzerliğine, akrabalığına ve hülasasına aykırı düşen bir yaklaşım olabilir mi? Türkiye’de yaşayan ve kaç kuşaktır bu topraklarda hakkı hukuku olan ve kimliğinde Türk vatandaşı yazan ve kimsenin çıkıp da kimseciklerden daha az, daha eksik “buralı” sayamayacağı Hıristiyanlara, yani vaktiyle çok uluslu bir imparatorluk olduğunu pek de çabuk unutan bu memleketin Hıristiyan vatandaşlarına karşı bundan daha büyük bir ayıp ve hakaret yapılabilir mi?
Keza “Din elden gidiyor!” ne demek? Din böyle toz zerresi, tüy parçası, uçurtma kuyruğu gibi uçuşkan ya da billur çay kaşıkları kadar kırılgan bir şey midir? Bu kadar kolay mı insanların din ile, yani dinleriyle, yani inançlarıyla, yani adaklarıyla, yani ibadetleriyle, yani kitaplarıyla, yani Yaradan-yaratılan bağıyla ilişkilerini yitirmeleri? Yoksa kimilerinin nezdinde, yani tahayyülünde ve kaleminde mi din böylesine üflesen-köpük-köpük-uçacak-gölgesinden-kaçacak-sabun olmuş-avucundan-kayacak-harfler-toplamı’na dönüştürülmüş aslında? Bugün var yarın yok, ha uçtu ha uçacak.
Çocukluğumuzdan itibaren kaç kez işittik bu lafları! Ve sahi amma çok durup-dururken-Müslüman-kesiliverenler gördük bu topraklarda. Onlar ki ya bir hastalık ertesi ya açık kalp ameliyatı sabahı ya bayram değil seyran değil ya ölümün soluğunu hissedince ansızın ya öbür dünyaya gitmeye yakın ve yatkınken karnelerini temizlemek, alttan kalan derslerini alıp sınıfı geçmek adına birdenbire hatırlayıverdiler dini dindarlığı, hatırlamak ne kelime, telafi etmek istercesine arada geçen zamanı canhıraş bir telaşla ve doz aşımıyla kamuya ilan ve kamuda şiar edindiler Müslümanlıklarını, onlar ki hani biz romancılar oturup da yazsak, yazmaya kalksak sergüzeştlerini, sahi ne çetrefil ne canlı ne gerçeküstü roman karakterleri olurdular ve ne kadar abartılı.
09.01.2005