Uluslararası bir edebiyat konferansı için Amsterdam’dayım. Theo Van Gogh’un Fas asıllı Hollanda vatandaşı fanatik bir Müslüman tarafından İslam’a hakaret ettiği gerekçesiyle vahşice öldürülmesinden bu yana siyasi ve sosyal hayatın dokusunda önemli değişimlere sahne oldu Hollanda. Ve şimdi bu değişimler ülke entelijensiyasının başlıca gündem maddesini oluşturmakta.
Öyle ki neredeyse konustuğum her sanatçının, aydının dilinde aynı cevabı zor sorular var. “Nasıl oldu da bu vahşet ve hemen arkasından gelen İslam-karşıtlığı burada, özgürlükler ülkesi Hollanda’da yaşanabildi?”
Malum, 16. ve 17. yüzyıllardan bu yana yaşlı kıta Avrupa’nın özgürlük, esneklik ve hoşgörü timsali ve merkezi addediliyordu Hollanda. Spinoza’nın memleketiydi ne de olsa. Tarih boyunca görüşlerinden, inançlarından yahut inançsızlıklarından ötürü baskıya uğrayan nice bireysel ve kolektif kimliğe kucak açmıştı sessiz sedasız. “Neredeyse kibire varan bir özgüvenimiz vardı.” diyor konferansı düzenleyenlerden biri. “Öylesine emindik ki dünyanın başka yerlerini kasıp kavuran milliyetçilik-ayrımcılık-bağnazlık ve ırkçılık dalgalarının bizi vurmayacağından... Son dönemde Hollanda’da yaşananlar aynı zamanda bir dizi başka soruyu da tetikledi. Demek ki dünyanın bir başka yerinde olan bitenler ilk bakışta ilgisiz gibi görünen bir ülkenin kaderinde etkili olabiliyor, demek ki yalıtılmış kaplar misali yaşayamayacak bundan sonra ulus devletler. ABD’nin dış politikasında yaşananlar Avrupalı bir sanatçının hayatını etkileyebilir ya da dünyanın bir ucundaki ideolojik çalkantılar bir başka kültürde yankılanabilir. Afrika’da kanat çırpan bir kelebeğin yaydığı titreşimlerin bir başka ülkede devrimi tetikleyebileceğini öne süren “kelebek-devrim teorisi” 1970’lerden sonra bir kez daha gündemde. Ama belki de Hollandalı aydınları en çok şaşırtan soru milliyetçiliğin, aşırı sağ söylemin ve ayrımcılığın burada da yaşanabileceğini idrak etmeleri oldu. “Demek ki burada da olabiliyormuş. Demek ki o kadar da farklı değilmişiz dünyanın geri kalan bölgelerinden...”
Şu anda deveran eden eden temel sorulardan bir tanesi kimliğinde Hollanda vatandaşı yazan Müslüman asıllı toplulukların ülkenin temel kültürel, siyasi ve sosyal dokusu içinde neye ne kadar uyum sağlayabilecekleri. Hollandalı aydınların acıyla kavradıkları bir başka nokta burada yaşayan Fas, Cezayir ya da Türk veya Kürt asıllı vatandaşlar ile kendi aralarındaki kültürel ve sosyal kopukluk. Peki bu kopukluk sadece tek taraflı mı işliyor yoksa iki taraftan da sürekli beslenen önyargılar sayesinde mi ayakta duruyor? Bir başka ifadeyle salt aydınlar mı çoğu Müslüman asıllı ve çoğu alt ya da orta sınıftan gelen bu kesimleri dışlayan yoksa bu kesimler de önyargıları uyarınca geçilmez duvarlar mı örmüşler kendi etraflarında?
Bindiğimiz taksinin şoförü Nevşehirli çıkıyor ve Türk olduğumuzu anlayınca sesinde bariz bir sevinç ve dayanışma duygusuyla İngilizceden Türkçeye dönüyor. Ardından neredeyse düğmesine basılmışçasına otomatik olarak yakınmaya başlıyor. Hiçbir şeyden memnun değil. Buradaki hayatından, trafikten, araba vergilerinden, yemeklerden, insanlardan, havadan sudan.. her şeyden ölesiye yakınıyor. Kaç senedir burada yaşadığını sorduğumuzda “yirmi iki” cevabını alıyoruz. Peki madem bu kadar mutsuz burada olmaktan neden Türkiye’ye dönmediğini sorduğumuzda ise İstanbul’u fazla kalabalık ve kaotik, Nevşehir’i ise fazla sade ve dar bulduğunu öğreniyoruz. Öyleyse ne kalıyor geriye? “Çaresiz katlanacağız” diyor. Yakınmayı hayatının doğal bir parçası addetmiş. Ardından eklemeyi ihmal etmiyor: “Bunlar soğuk insanlar. Bizim gibi değiller. Vallahi yapabilsem bir dakika bile durmam. Türkiye’nin açı buranın tokundan bin kat iyidir.”
Nasıl da keskin “biz” ve onlar” ayrımı Türk şoförün dilinde! Nasıl da mecbur bu söylem ötekini dışlamaya, karalamaya, ötelemeye! Ayrıca dikkatimi çeken nokta bu lafları eden kişinin bir yandan Hollanda’daki sistemden yakınırken bir yandan da bu sistemden senebesene yararlanmış olması; bir yandan memleket edebiyatı paralarken bir yandan Türkiye’ye dönmeyi aklından dahi geçirmemesi; bir yandan yoksulluğu yüceltirken bir yandan da öğrendiğimize göre iki Mercedes, iki ev sahibi olması.. çelişkiler, yakınmalar ve tuğla üstüne tuğla önyargılarla beslenen daracık, kutucuk bir yaşam tarzı. Hollandalı aydınlar belki Müslüman azınlıklar ile kendi aralarına bilmeden/bilerek çizdikleri mesafeden ötürü eleştirilmeliler; ama senelerdir burada yaşayan Müslüman azınlıklar da kendi etraflarına ördükleri önyargı duvarlarını kırmak durumundalar. “Peki hiç görüştüğün Hollandalı arkadaşların, dostların var mı?”diye sorduğumuzda ise belki de meselenin bam telini teşkil eden ve Hollandalı aydınların da kafalarını kurcalayan cevabı alıyoruz kendisinden: “Eskiden çok arkadaşım vardı, yani çocukken, okulda. Gençken arkadaşlık ediyorsun tabii; ama büyüdükçe tamamen ayrıldı yollar. Onların halleri farklı bizimkiler farklı. Hayatı ayırmak gerekiyor büyüyünce...”
Kulakları çınlasın sevgili Murathan Mungan ‘biz büyüdük ve kirlendi dünya’ demişti; demek ki sadece kirlenmiyor bir de daralıyor dünyalar büyüdükçe, büyüyünce.
23.01.2005