Türkiye´de seçim öncesi siyaset meydanları gene hırçın, gene sert ve kavgacı üsluplara tanık oladursun, hemen her partiden politikacının memleket için gelecek planları yaparken unuttuğu, göz ardı ettiği geniş bir kesim var: Yurtdışındaki Türkler.
Sürekli görüyorum onları. İmza günlerimde, edebiyat okumalarımda, hangi ülkede olursam olayım, sağ olsun hep geliyor, candan gülümsüyor, dikkatle ve merakla takip ediyor, sonra biraz da kendilerinden bahsediyor, yarı mahcup anlatıyorlar. Dinliyorum hikâyelerini, beklentilerini, hayal kırıklıklarını. Hasret ve sitem var dillerinde. Fazla değil, bir parça. Gene de kalendermeşrepler zira. Tebessüm etmeyi, hayata hoş nazarla bakmayı seviyorlar. Onların gözünden bakınca nasıl görünüyor dünya, sıla, gurbet, düşünüyorum. Kimisi sekiz sene evvel gelmiş New York´a, okumak için, mezun olunca kalmış, dönmemiş bir daha. Kimisi Türkiye´de doğmuş, Avusturya´da büyümüş. Kimisinin annesi yabancı babası Türk. Kimi aksanlı bir şekilde Türkçe konuşuyor Londra ya da Paris veya Amsterdam sokaklarında. Kimisi Kanada´da yasıyor, İtalya´da, Danimarka´da.
Birbirinden çok farklı yaşam öykülerinden gelen tüm bu genç ve yaşı-olmasa da-yüreği-ve-zihni-genç insanların ortak bir noktası var: Hem Türk hem dünya vatandaşı olmaları.
Kültürlerarası kavşaklarda durmaları. Yeni dünyayı bizlerden çok daha iyi anlamaları.
Dünyayı anlıyorlar da onlar esas Türkiye´de olan biten bazı şeyleri anlayamıyorlar. Neden hâlâ ifade özgürlüğü gibi en temel hususlarda yeterince ilerleme kat edemediğimizi mesela. Neden birbirimizin etnik/dinsel/siyasi farklılıklarına saygı gösterip, hep beraber uyumla yaşamayı öğrenmek yerine hâlâ 12 Eylül döneminden kalma zihniyetlerle konuştuğumuzu da kavrayamıyorlar.
Bahsettiğim bu Türklerin Polonyalı, Çinli, İspanyol arkadaşları, dostları ya da sevgilileri veya eşleri var. Hayata dar bir aşırı-milliyetçilik ekseninden bakmıyorlar. Bizlerden çok daha kozmopolit ve demokratik ortamlarda uzun seneler geçirmişler. Kısır çekişmeleri, hamasi söylemleri tasvip etmiyorlar. Çok kültürlülüğe, çok sesliliğe derinden inanıyorlar. Son derece negatif olan "zenci" kelimesini kullanmıyor, "siyah" diyorlar. Kimseyi kırmıyor, hiçbir kimliğe tepeden bakmıyorlar. Keza mesela bir eşcinsel ile tanıştıklarında önyargılı düşünce kalıplarıyla yaklaşmıyorlar. İnsana birey olarak, bireye de her şeyden evvel ve her şeyden öte insan olarak bakıyorlar.
ÜÇ ZAMAN DİLİMİNDE BİRDEN
Sizi bilmem ama ben bu gençlerden etkileniyorum, öğreniyorum. Onların varlıklarını ve vizyonlarını umut verici buluyorum. Ve Türkiye´de nice söz ve makam ve otorite sahibi insanın yurtdışındaki Türklerin vizyonlarından tamamen bihaber olduklarını görüyorum. Biz bu gençlerin o kadar gerisinde kaldık ki. Korkularımız, polemiklerimiz, tartışmalarımız eskidi artık. Halbuki onlar sürekli kendini yenileyen başka bir pencereden bakıyorlar her şeye. Hümanist, barışçıl, yeri geldiğinde kendine de gülebilen, zeki ama şefkatli. Türkiye ne yazık ki çok derin beyin göçleri yasadı geçmişte, hâlâ da yaşıyor. Kendi yeteneklerini hor gördükçe, yeterince takdir edemedikçe tıptan teknolojiye, akademiden iş dünyasına daha çok insanını göçebe ya da göçmen yapmaya, arafta tutmaya devam edecek.
Elimde bavul, bir havaalanının koltuğunda oturmuş, esniyorum. Uyku düzenim karışmış gene. Ülkeler, kıtalar arası saat farkları yüzünden gündüz mü, gece mi birbirine geçmiş. Spagetti yumağı gibi zihnim, bir makarna telini bir diğerinden ayıramıyorum. Gün ortasında uyuyup, geceleri cin gibi dolanıyorum. Londra-İstanbul arası iki saat fark var, İstanbul-New York arası yedi saat. Telefonumun saati İstanbul´a ayarlı, bilgisayarımın saati ise Londra´ya; bu arada hiç kullanmadığım kol saatim New York zamanında seyrediyor. Üç zaman diliminde birden yaşıyorum. Gene yollardayım. Gene kendimden kaçıyor, kendimi arıyorum.
Geçenlerde bir gazeteci sordu: "Sizin için önemli olan tüm şehirler içinde en çok hangisini seviyorsunuz?"
"İstanbul tabii ki," dedim.
"Peki nerede kendinizi en çok evinizde hissediyorsunuz?"
Bir an için "yollarda" demek geldi içimden. Ben en çok yollarda kendimi evimde hissediyorum galiba, ta çocukluğumdan beri bu böyle. Tren istasyonlarında, havaalanlarında, otellerde... Bir arkadaşım var, ne zaman otelde kalması gerekse ruhu daralıyor; kendi evinden tablolar, eşyalar götürüyor otellere, sırf mekânı "ev" yapabilmek için. Sevmiyor otel odalarını. Bense ne çok seviyorum; özgür hissediyorum ama bir o kadar hüzünlü buluyorum bazen, örtük bir hüzün, dışarıdan bakınca kolay kolay anlaşılmayan.
Fransa´dan Türkiye´ye döndüğümüzde bebekmişim daha. Böylece ilk ülkeler arası yolculuğumu henüz kundakta yapmışım. Annem ile babam ayrılırken. O gün bugündür durulamadım bir türlü. Evliya Celebi, güzel insan, güzel gönüllü, rüyasında şefaat dileyeceğine seyahat dilemiş, malum, o yüzden kendini yollarda bulmuş. Benimse doğduğum esnada hastanenin üzerinden leylek sürüsü geçmiş bence. Gözümü açar açmaz leyleği havada görmüşüm.
Belki de tüm seyahatler bir huzursuzluğun yansıması. Bir tutunamama hali. Bir yerimde bir kırıklık, bir arıza, kapanmayan bir yara, yalnızlık. Belki de bu yüzden ya da bu sayede daha iyi anlıyorum yurtdışındaki Türklerin ikilemlerini, meselelerini, araftaki ruh hallerini.
Devamlı arayış, devamlı varoluş halinde kimileri. Göçebe meşrep gezgin bezgin...
01 Mayıs 2011