İnsan beyni bir muamma. Yüz kapılı, bin odalı bir saray adeta. Git git bitmeyen bir labirent. Dehlizler, avizeli salonlar, mermer koridorlar boyu. Bu muazzam yapının henüz o kadar az bir kısmını keşfedebilmiş durumdayız ki. Bunca teknolojiye, bilimsel ödeneklere ve ilerlemeye rağmen hâlâ gelip gelebildiğimiz bir arpa boyu yoldur. Biz Ademoğulları, Havvakızları aslında beynimizi tanımıyoruz bile. Daha kendimizi anlamaktan, potansiyelimizi görebilmekten aciziz.
Amerika´nın önde gelen ve saygın bilim kadınlarından (2000 senesinde Bilim Madalyası ile ödüllendirildi) Nancy Andreasen tarafından kaleme alınmış ve hayli ses getiren bir kitap var: "Yaratıcı Beyin". Yazar ömrünü nöroloji alanına adamış bir insan. Birbiri ardına eserler yazmış ve birden fazla büyük araştırma merkezinin başkanlığını yapmış yıllarca. Ama bir o kadar sıradışı, şaşırtıcı ve biraz da çılgın bir bilim kadını. Zira her ne kadar ismini tıp alanında duyurmuş olsa da, bambaşka bir alanda doktorası var: İngiliz edebiyatı. İlginçtir, edebiyat onun ilk göz ağrısı. Hatta ilk mesleği. Derin tutkusu. Bir türlü vazgeçemediği sevda: Roman okumak.
Hekim dostlarına da hararetle tavsiye ediyor. Zira roman okumanın soyut düşünebilme yeteneğini artırdığına inanıyor. Böylece Andreasen bir yandan alabildiğine pozitivist, deneylere ve istatistiklere dayalı bilimsel çalışmalar içindeyken, bir yandan da sanata, sanatçılara ve edebiyata gösterdiği ilgiyle dikkat çekiyor; geleneksel "hekim" tanımından ayrılıyor.
YARATICILIK GELİŞTİRİLİR Mİ?
Hani hep IQ ölçümlerine kafayı takıyoruz ya. İstiyoruz ki hem kendi IQ notumuz yüksek çıksın hem çocuklarımızınki. Halbuki yaratıcılık ile IQ notu aynı şey değiller. Bağlantılı ama farklılar. Amerika´da mimarlarla yapılan bir araştırmada denekler 3 gruba ayrılır: Son derece yaratıcı olanlar, orta derece yaratıcı olanlar ve pek yaratıcı olmayanlar.
Sonra her grubun IQ ölçümleri yapılır. Şaşırtıcı bir şekilde oranlar üç aşağı beş yukarı benzer çıkar. Oysa her üç grubun yaptıkları işlerin kalitesi birbirinden oldukça farklıdır. Öyleyse diyor Andreasen, IQ dışında, hatta ondan evvel bir de yaratıcılığa mı bakmak gerek? Ve en önemlisi, yaratıcılık geliştirilebilir bir şey midir? Yoksa sabit ve sadece bazılarına has bir yetenek mi?
ORTALAMA YA DA SIRADIŞI
Yaratıcı Beyin kitabında birkaç nokta var ki hem çocuklarımızı nasıl yetiştirmemiz gerektiği hususunda, hem de eğitim sistemimiz hakkında yeniden ve daha derinden düşünmeye davet ediyor bizleri. Andreasen´e göre iki türlü yaratıcılıktan bahsetmek mümkün. Bunlardan birine "ortalama yaratıcılık" adını veriyor. Diğerine ise "sıra dışı yaratıcılık." Birincisi aslında hemen hepimizde mevcut. Özene bezene güzel bir pasta pişiren ve bunu zevkle süsleyen bir ev hanımı da yaratıcı. Kendi imkânlarıyla bir takı atölyesi açan zanaatkâr da öyle.
Hepimizin içinde yaratıcılık, değişik oranlarda ve tonlarda da olsa, mevcut. Sıradışı yaratıcılık ise Mozart, Mikelanj, Leonardo gibi dâhilere nasip bir basamak. Ancak her iki yaratıcılığın da ortaya çıkabilmesi ve yeşermesi için çevre faktörü çok önemli. Eğer bulunduğunuz ortam vasatlığı teşvik ediyorsa, şayet etrafınızdaki herkes sürekli negatif konuşuyorsa, sizin yaratıcılığınız da günbegün kuruyacaktır.
Peki tarih boyunca kim bilir kaç tane sıra dışı yaratıcı insan geldi ve kıymetleri anlaşılamadan yok olup gittiler? Mesela kaç tane böyle kadın vardı geçmişte? Ataerkil bir dünyada kendilerine bir yol açmaya çabalayan, hiçbir zaman ellerinden tutan olmadığı için yeteneklerini geliştirme imkânı bulamayan sessiz dâhiler...
BAZISINDA DAHA FAZLA
Ancak Andreasen´in savları esas buradan sonra ilginç bir dönemece giriyor. Diyor ki, evet, doğuştan ve genlerle getirdiğimiz bir yaratıcılık var. Bu bazı insanlarda daha fazla. Ama çarpıcı olan nokta şu ki beyin sabit değil, organik bir yapı. Yani sürekli hareket halinde, gelişmekte.
Hani birçoğumuz bedenimizi inceltmek, daha sağlam ve sağlıklı kılmak için bir sürü yol deniyoruz. Rejim yapıyor, pilateslere, spora gidiyor, egzersizler yapıyor, yediğimize içtiğimize dikkat ediyor ya da en azından habire bu konuları konuşuyoruz. Peki ya beynimiz? Bedenimizi geliştirmek için bu kadar çaba gösterirken beynimizi geliştirmek için ne yapıyoruz? Hiçbir şey!
İŞE GÖRE ŞEKİLLENİYOR
Zira bedenimiz kadar beynimize de bakmamız gerektiğini unutuyoruz. Doğru, beynin daha hızlı geliştiği dönemler çocukluk ve buluğ çağı, ilk gençlik. Yani bir anlamda "ağaç yaşken eğiliyor" ama sanmayın ki ondan sonra beynimiz büyümesini durduruyor. Otuzlarında, kırklarında, ellilerinde ve daha yüksek yaşlarda da insan beyni kendini yeniden yapılandırabiliyor. Londra´da taksi şoförleriyle yapılan bir çalışmada bu grubun nüfusun kalan kısmına kıyasla, beyinlerindeki görsel hafıza kısmının daha geniş olduğu saptandı. Sebebi şu: Yaptığımız işe göre beynimiz yeniden şekilleniyor, kendi kabiliyetlerini yeniden düzenliyor.
Andreasen diyor ki, öyleyse hepimizin her gün en az yarım saat beyin egzersizi yapmamız lazım. Aynı zamanda roman okumaya, seçici olmak kaydıyla film seyretmeye, meditasyon yapmaya/tefekküre dalmaya ve hayal gücünüzü bol bol çalıştırmaya önem verin. Beyin dediğimiz bir kastır. Kullanıldıkça gelişir. Kullanılmazsa durağanlaşır. Sorgulamayan, düşünmeyen, okumayan beyin yerinde sayar. Kendi potansiyelinin ancak binde birini açığa çıkarabilir.
08 Mayıs 2011