|
|
Yazılar |
Kürtçe roman okumak |
Ortaokul yıllarım. İspanya’dayız. 12 -13 yaşındayım. O günlerde Sürü filmi oynatılıyor Madrid’de. İspanyol basını büyük ilgi gösteriyor. Ben Yılmaz Güney ismini ilk defa o zaman duyuyorum. Merak ediyorum. Kim bu adam? Nasıl bir film bu? Etrafta konuşulanlara kulak kabartıyorum. Annem uzun seneler ataşe olarak görev yaptığından ben de daha çok diplomasi çevrelerini duyuyorum haliyle. Art arda olumsuz sözler işitiyorum. Türkiye’yi Batılılara kötü göstermekle eleştiriyor onu o dönem tanıdığım yetişkinler. Diyorlar ki, “Bu adam itibarımızı 5 paralık etti. Zaten Avrupalı bizi küçümsüyor, böyleleri de ellerine koz veriyor işte.” Anlıyorum ki bir film yaparsan, roman yazarsan ya da sergi açarsan, Türkiye’yi toz pembe anlatmak durumundasın. Yoksa kızıyorlar. Dinlemeye devam ediyorum büyükleri. Diyorlar ki “Efendim, bu sanat değil, apaçık propaganda. Sanat propagandaya alet edilmemeli.” Anlıyorum ki bir film ya da roman veya sergi ana temasını aşktan, romantizmden, evlilikten seçerse sanat oluyor, başka konulara girerse sanat olmuyor. (Oysa Güney’in filmlerinde de aşk, romantizm, evlilik kıyasıya işleniyor, henüz bunu bilmiyorum.) Kelimeler kurcalıyor zihnimi. Yılmaz Güney acaba niye bu kadar kızdırmış etrafımdaki yetişkinleri, anlamaktan aciz dinliyorum.
Derken filmi görmeye gidiyoruz. Annem ve ben. Allak bullak oluyorum. Bu kadar hüzünlü bir eser beklemiyor olmalıyım ki sarsılıyorum. Ama bir o kadar kızıyor, içerliyorum. Ben istiyorum ki memleketimden hep iyi bahsedilsin yurtdışında. Filmdeki trenler, koyunlar, yoksulluk ve sessiz kırgınlıklar uzak geliyor bana. At üstünde genç adamın söylediği bir söz kalıyor kulağımda. “Bacım, dirayetini yitirmeyesin” diyor. Dirayet kelimesini oradan öğreniyorum.
O ana kadar içinde yetiştiğim dünya Strasbourg-AnkaraMadrid hattı. Benim gördüğüm yerlere benzemiyor filmde gösterilen yerler. Ne de duyduğum hayatları andırıyor orada anlatılan kaderler. Sanıyorum ki Türkiye’de böyle sorunlar yok. Varsa bile o kadar kenarda kıyıda olmalı ki bunlardan hareket etmek haksızlık gibi geliyor. Yılmaz Güney’in memleketin tamamını değil, onlarca memleket hikâyesinden bir tanesini büyük bir samimiyet ve gerçekçilikle anlattığını, sessizlere ses verdiğini anlayamıyorum. Bir kızgınım Yılmaz Güney’e, sormayın. Sadece tepkilerle, yüzeysel bilgilerle, kulaktan dolma öğretilerle. Çocuk olmanın bilinçsizliğiyle.
DEMOKRASİYİ SİNDİRİYORUZ Aradan seneler geçiyor. Yeniden izliyorum SÜRÜ filmini ve derken Güney’in peşpeşe tüm filmlerini. Yüreğimde sızı, kafamda sorularla. Bir sanatçının, memleketinde olup bitenlere kafa yoran, önem veren bir insanın gözünden toplumsal gerçekçi anlatım karşısında duralıyorum. Ve kendi kendime bir karar veriyorum. Güney hakkında duyduğum her türlü olumsuz lafı, önyargıyı bir kenara koyacak, yeni bir gözle bakmaya çalışacağım. Yönetmenin hayatını okuduğumda karmaşık bir kişilik buluyorum. Mizacının kimi yönlerini seviyorum, kimi yönlerini tasvip etmiyorum. Ama eserlerini her zaman ilgiyle izliyor, sanatını takdir ediyorum.
Doğan Kitap yakında dev bir adım atacak. Türkiye’de edebiyat ve yayıncılık tarihinde önemli bir gelişme. Yayınevi, yayınevim, Kürtçe kitap basmaya hazırlanıyor. Başlangıç olarak Yavuz Ekinci’nin Tene Yazılan Ayetler (Ayetên Li Can Nivîsandî) ve Murat Özyaşar’ın Ayna Çarpması (Bîr) kitapları Türkçe’den Kürtçe’ye çevrilecek. Bu eserler Diyarbakır Kitap Fuarı’nda edebiyatseverlerle buluşacak. Bir gazeteci arayıp günün birinde romanlarımın Kürtçe’ye çevrilmesini isteyip istemediğimi sorduğunda “Seve seve” diyorum. “Elbette arzu ederim kitaplarımın Kürtçe’de okurlara ulaşmasını.” Yakında çıkacak olan yeni romanımın bir bölümü bir Kürt köyünde geçmekte, tamamen hayali bir köy bu. Çorak, yoksul ama içinde rengârenk kadın hikâyeleri olan. Car Male Ba köyünden İstanbul’a, oradan Londra’ya, hatta Abu Dabi’ye uzanan bir roman bulacaksınız. 1950’lerden, 1970’lerden bugüne dek gelen.
Türkiye’de uzun seneler boyu egemen söylem Kürtçe diye bir dil olmadığını iddia etti. Derken Kürtçe’nin mevcut ama ilkel, basit ve gelişmemiş bir dil olduğu vurgulandı. Böyle bir dille edebiyat yapılmaz, felsefe konuşulmaz denildi. Halbuki dil organik bir varlık. Konuştukça gelişir, emek verdikçe gürbüzleşir. Kürtçe kitapların, dergilerin, fotoromanların, mizah dergilerinin çıkması, Kürtçe romanlar, şiirler, hikâyeler yazılması, bir “bölünme” yaşıyoruz demek değildir. Tam tersine “Normalleşiyoruz” demektir. “Demokrasiyi sindirebiliyoruz” demektir. Bu dilde okuyan, yazan, düşünen eğitimli insan sayısının artması Türkler ve Kürtler arasındaki diyaloğa hizmet edecektir. Kavga hep cehaletten beslenir. Fiziksel ve sözlü şiddet en çok cahillerden destek alır. Kitaplardan, yazıdan, filmlerden, müzikten, resimden, heykellerden, hayal gücünden korkmayalım... Bir toplum hikâyelerini, acı tatlı, iyi kötü, hem ortak hem farklı hikâyelerini anlatamadığında esas o zaman kurur, kapanır, kararır.
15 Mayıs 2011
|
İzlenme : 3001 |
Geri Dönmek İçin Tıklayın |
|
|
|