Bertolt Brecht´in sahneye koyduğu Galileo oyununda çarpıcı bir bölüm vardır, hiç aklımdan çıkmayan. "Kahramanları olmayan bir memleket ne kadar acıklı bir yer," der Andrea iç çekerek. Galileo düşünür, itiraz eder. "Hayır, esas kahramanlara ihtiyacı olan bir memleket ne kadar acıklı bir yer demelisin."
Oysa sürekli kahramanlar yaratma eğilimindeyiz. Siyasette, diplomaside, ekonomide, futbolda... Tuttuğumuz spor takımı üst üste 5 maç kazandı diyelim, hemen antrenörü idolleştiriyoruz. O kadar yüceltiyoruz ki hatta siyasete aday olsun, bütün sorunlarımızı şıp diye çözsün istiyoruz. Yahut bir belediye başkanını, okul müdürünü veya bir köşe yazarını kafamızda büyütüyor, sistemi tek başına değiştirmeye muktedir bir mahluk olarak görüyoruz. Hep olağanüstü nitelikler, mükemmellikler atfediyoruz birtakım insanlara (genelde erkeklere!). Üstelik çoğu kez sadece bir alandaki başarılarına dayanarak yapıyoruz bunu. Zannediyoruz ki birisi bir konuda gayet kabiliyetli ise her sahada böyle olmalı. Mikro olanı alıp anından makro düzeye yayıyoruz.
Halbuki diyelim ki kendi işinde son derece maharetli ve girişimci bir bankacıdan bahsediyoruz ya da muazzam karizmatik bir politikacıdan. Ağzı çok iyi laf yapan bir gazeteciden veya yenilikçi bir işadamından. Büyük çapta kazanımlara imza atan bu insanlar, belki de kendi çocuklarına karşı eksik birer baba ya da eşleri ile ilişkilerinde sarsak birer koca. Bilemeyiz. Her insanın o kadar çok yüzü var ki. Görünen ve görünmeyen. Hiçbir zaman kimsenin hikâyesini bütünüyle kavrayamayız. Bilebildiğimiz sadece kesitlerden ibaret.
Hani bir edebi eser ise hayat, biz herkesin kitabından sadece paragraflar okuyabiliyoruz ya da bazen yalnızca satırlar. Ama hiçbir zaman hikâyenin tamamını okumuş, anlamış olamıyoruz. İnsan, her insan, çelişkilerle örülü. En "altın kalpli" görünen kişinin içinde bir damla olsa da zalimlik, en "gaddar" görünenin içinde bir nebze de olsa iyilik var muhtemelen. En cimri olanımızda cömert bir an, en eliaçık olanımızda bir pintilik. Kimse yüzde 100 şöyle ya da mutlak böyle değil.
*
Bir romancı merakıyla bakıyorum Saif Kaddafi´nin hikâyesine. Öyle bir oğul düşünün ki dünyanın en acımasız diktatörlerinden birinin evladı olarak gelmiş olsun dünyaya. Ayrıcalıklı yetiştirilmiş, iyi eğitim almış, kendini üstün zannetmiş ve öyle muamele görmüş ve muhtemelen bütün bunlardan keyif almış. Ama büyüdükçe, dünyayı gördükçe, kendi babasının zaaflarını, hatalarını, günahlarını da fark etmeye başlamış olmalı, birer birer. Baba otoritesini içten içe sorgulamaya başlamış olmalı. Bir yandan Batılı arkadaşlar edinmiş, onlara özenmiş, demokrasinin ve açık toplumun önemini görmüş, takdir etmiş; bir yandan Libya gibi kapalı ve baskıcı bir sistemde diktatör oğlu olmanın nimetlerini yaşamış ve bunlardan vazgeçmek istememiş.
Dünya basını uzun zamandır Saif Kaddafi´yi merak ediyor. Onun bir psikolojik tahlilini çıkarmaya çalışıyor. Zira ortada birbirinden farklı kişilikler var. Zaman zaman babasına karşı son derece eleştirel çıkışlarda bulunduğu biliniyor. Libya´da demokrasi olmamasından, burada hiç reform yapılamamasından yakınıyor. Hem de açık ve sivri bir dille. Ama aynı insan gün geliyor babasının en acımasız uygulamalarına arka çıkıyor, destek veriyor. Ailesini eleştirenlere düşman gözüyle bakıyor. Çelişkilerle dolu. Dünyanın kayan düzeni içinde sıkışmış bir köşeye, çıkamıyor. Saif Kaddafi Londra´da yaşarken sık sık ülkesini nasıl demokratikleştireceğini söyleyen, ileri görüşlü reform yanlısı bir insan izlenimi veriyor. "Kendimi güvende hissetmiyorum. Libya´da çok fazla düşmanım var," diyor. Ancak babası çağırdığında tereddüt etmeden Libya´ya dönüyor ve Batı´ya sırt çeviriyor. Ve adeta 180 derece değişiyor kişiliği. Babasından farkı kalmıyor. Aynı onun gibi davranmaya ve konuşmaya başlıyor. Otoriteye tapıyor. Daha birkaç ay evvel demokrasiden, özgürlükten, insan haklarından dem vuran ve samimi görünen o genç adam kaybolmuş sanki. Ya da hiç olmamış.
Sadece o değil elbette. Daha nice böyle oğullar, kızlar var. Güçlü ve gaddar babaların kafası karışık evlatları. Onlar kamuoyunun bildiğinden bambaşka bir şekilde tanıyor babalarını. Halkın görmediği özellikleri biliyorlar. Belki bir yandan seviyor, bir yandan nefret ediyorlar. Ve bu şizofrenik ilişkiden bir ömür boyu kurtulamıyorlar.
Nedendir yüreğimizi dinlemek yerine bize dayatılmış toplumsal roller içine sıkışmamız. Kıramıyoruz ailevi kalıpları, bilhassa baba otoritesini. Özgürlük isteği içimizden geliyor ama sonra ailelerin veya kolektivitenin taleplerine boyun eğiyoruz, kendimizden feragat ediyoruz. Buna göre eslerimizi ya da mesleklerimizi seçiyor, sevdiklerimizi terk ediyor ya da inandığımız idealleri unutuyoruz. Bazı oğullar kendilerini silmek pahasına tapıyorlar babalarına. Babayı kahramanlaştırdıkça onlar yok oluyorlar....
29 Mayıs 2011