İlk okul yıllarınıza dair neler hatırlarsınız? Benim hiç aklımdan çıkmayan bir görsel ayrıntı var: Pencereleri yarıya kadar griye boyanmış sınıflarda ders yapmak. Sıralarında oturan çocukların kafa hizalarına yetişecek yükseklikte kül rengine boyanırdı camlar. Maksat öğrenciler dışarı bakmasın, başka bir şeyle ilgilenmesin; sadece öğretmeni dinlesinler! Hani bir sergi düzenlense, "Yaratıcılığı Yok Etmenin Yolları" olsa ismi, hepimizden birer anı-fotoğrafla katılmamız istense, ben herhalde bu resmi seçerim. O pencerelerin fotoğrafını duvara asmak isterim. Dışarıya, semaya, sonsuzluğa, maviliğe, buradan öteye bakmayalım diye önümüze boyanan grilik, tekdüzelik...
DÜŞLER, HAYALLER
Ve sonra... Bir ilkokul öğrencisi düşünün, sessiz sedasız kendi halinde ama aslında bir parça yaramaz. Oturur pencere kenarına; tırnaklarıyla minicik bir çizik çizer o külrengi camlarda. Bir çentik atar. Azıcık kazıyıverir boyayı. Merak eder çünkü ne var buradan ötede acaba? Tırnaklarının çizdiği yollar boyunca gökyüzü görünür. Özgürlük. Sonsuzluk. Renkler. Bakar dünyaya. O minicik delikten. Bulutları seyreder. Bulutların tüm dünyayı dolaştıklarını düşünür. Bugün burada, yarın bir başka diyardalar. Göçebeler, gezginler; gıpta eder bulutların hareketliliğine. Ve düş kurar, hayal eder, bir kulağıyla öğretmeni dinler, bir kulağıyla kendi içindeki sesleri.
Hepimiz doğuştan nice yeteneklerle geliyoruz. Aynı evde yan yana büyüyen iki kardeş bile birbirinden alabildiğine farklı özelliklerle donatılmış olabiliyor. Sonra aile, mahalle, okul, toplum derken bir devasa silgiyle peyderpey siliyorlar kabiliyetlerimizi, farklılıklarımızı, en çok da cesaretimizi. Pısıyor, susuyoruz. Sesimizi yitiriyoruz. Giderek birbirimize benzemeye başlıyor, tıpatıp aynılaşıyoruz. Eğitim sistemi yaratıcılığı teşvik etmekten, bireysel meziyetleri ortaya çıkarmaktan ziyade köreltiyor.
ZEKÂNIN TARZLARI
Apaçık bir hiyerarşi var her zaman. En tepeye matematik, fen bilimlerini koyuyoruz. Sonra sırasıyla diğer dersler. Kimya yahut fizik dersine zerre kadar alaka duymayan ve müziğe veya dansa son derece yetenekli öğrenciler varken biz onları illa ki aynı tarafa yönlendiriyoruz. Kimi çocuk matematik ağırlıklı okuyacak elbette, o yana meyyal. Ama ya resme, şiire, sanata kabiliyeti olanlar? Onları azar azar caydırmak, özlerinden uzaklaştırmak değil mi yaptığımız? Üstelik klasik anlamda üniversite diplomasının giderek önemini yitirdiği, çok sayıda eğitimli işsizin olduğu bir dünyada, herkesi sistematik olarak aynılaştırmaktaki ısrarımız neden?
IQ seviyelerine bakıyoruz çocuklarımızın. Yemek sofralarında bunu konuşuyoruz. Hatta karşılaştırıyoruz içimizden. Oysa beyin hâlâ muamma. Duygusal zekâyı ölçen bir metod geliştirilmedi daha. Ve biliniyor ki zekânın tek bir tarzı yok. Birbirinden farklı "akıllar" taşıyoruz. Elimizdeki ölçüm yöntemleri beynin bu muazzam karmaşasını anlamaktan o kadar aciz ki.
TEKTİPLEŞMEYE KARŞI
Nedense şöyle bir ön kabulümüz var. Bazı insanların bazı insanlardan "meslek icabı" daha yaratıcı olduklarına inanıyoruz. Buna göre sanatçıların, reklamcıların, yazar taifesinin yaratıcı olması gayet doğal. Bu beklenen bir şey. Öte yandan bankacıların, bürokratların, muhasebecilerin yahut devlet adamlarının/kadınlarının zinhar yaratıcı olmalarını beklemiyor, tam tersine ayakları yere bassın, katiyyen uçmasınlar, hayalperest, rüyaperver olmasınlar istiyoruz. Aynılaşmış toplumlardan, cemaatlerden, yapılardan ürkerim ben oldum olası. Bireysel farklılıkları hoşgörmeyen, çoğulluğu teşvik etmeyen ortamlardan ne sanat çıkar ne felsefe ne demokrasi. Pencereleri açık sınıflar, zihinleri açık hocalar, gelecekleri açık öğrenciler.... Budur bize yakışan.
12 Haziran 2011