Erkek, kadını çoook sevdi. Ve çabuk sildi. Aşklarını da ayrılıklarını da büyük çalkantılarla yaşamayı sevenlerdendi. Hikâyesini bana anlattığında dinlemek istemedim evvela. Belki de önyargılıydım ona karşı. "Dinle," dedi. "Bir de benden işit şunu."
Serseri ruhluydu, kolay kolay bağlanmaz tiplerden. "Önce bir dünyayı keşfedeyim, sonra kendimi, derken bir kez de 80 günde devr-i alem edeyim; valla ancak o zaman bir yuva kurmayı aklımdan geçirebilirim," derdi her zaman. Leylek sürülerini havada görmüştü doğar doğmaz; yerinde duramaz, bir yastıkta kocayamaz, bir şehire bağlanamazdı. Ofisinin, evinin duvarlarında farklı diyarlardan getirilmiş onlarca eşya vardı. Güney Afrika´da, Kuzey Amerika´da, Uzakdoğu´da çekilmiş fotoğrafları süslerdi etrafı. Meditasyon yapmışlığı, hatta Hindistan´da bir aşramda bulunmuşluğu da vardı. Ama öyle el etek çekerek yaşamak ona göre değildi doğrusu. Nefsi ile ahbaptı.
Yapacak işleri vardı; görülecek yerler, kazanılacak başarılar. Bunu hiç dile getirmese de başka kadınlar tanımak istiyordu içlerinden birine "Karım" demeden evvel. Sadakat, 7 harfli bir kelimeden ibaretti onun için. Mümkün mertebe kullanmazdı. Kendini burjuva ilişkilerin üzerinde görür, başkaları için geçerli olan kriterlerin onu zerre kadar bağlamayacağına inanırdı.
Zor adamdı. Kendince ilkeleri vardı. Siyasetten hoşlanmazdı. Yerli sanatçıların hiçbirini beğenmezdi. Kolay burun kıvırırdı. Yerli roman okumazdı. Caz dinler, Amerikan edebiyatı takip ederdi. Reklam sektöründeydi. Sarhoş olduğunda bile bir kadına sarktığı görülmemişti. Hep dik dururdu. Kadınların da huyudur malum. Bir erkek ne kadar ulaşılmaz olursa o kadar caziptir nicesinin gözünde. O da bu oyunu iyi oynayanlardandı. Ağırdan satardı kendini. Hiçbir kadının peşinde koştuğu görülmemiş, duyulmamıştı. Hep arzulanan, uğruna uğraşılan, gözyaşları dökülen oydu. Kadınları severdi, hem de çok. Ama daha da sevdiği bir şey varsa o da onları kendine hayran bırakıp terk etmekti.
Velhasıl, evlilik müessesine soğuktu. "Başımı bağlayacak hatun anasından doğmadı daha" derdi kafası iyi olduğunda. Gülerdi erkek arkadaşları. Ve ona yarı sitem yarı hayranlıkla bakardı arkadaşlarının eşleri. Yalnız kaldıklarında onu çekiştirirlerdi. Ona kızar gibi yapar, hatta yerden yere vururlardı ama bir yandan da onu ciddiye alırlardı.
Kadın, erkeği çoook sevdi. Ve bir kalemde çiziverdi. Oysa bağlandı mı bırakmayanlardandı. Hikâyesini bana anlattığında dinlemek istemedim evvela. Belki de önyargılıydım ona karşı. "Dinle," dedi. "Bir de benden işit şunu."
"Erkekler özgür olmak için evlenmiyor ya, aslında kadınlar da öyle," derdi onu tanıyanlara. "Şimdi ben evli bir kadın olsam ne dünyayı dolaşabilirim ne kariyerime odaklanabilirim ne çıkıp tozabilirim, yalan mı? Özgürlüğümün tadıma varabilmem için daha uzun süre bekâr kalmam lazım."
Böyle dedi, böyle yaşadı senelerce. Lakin bir gün 40 yaşına bastı. Paniğe kapıldı. Bedeni bir saat gibiydi. Tik-tak. Bir şeylere geç kalmaktan korktu. Koşup da yetişememekten. Eskiden farkına bile varmadığı ayrıntılar gözüne batmaya başladı. Meğer ne çok kız arkadaşının bebeği vardı. Onları seyretti; pusetleri, biberonları, oyuncaklarıyla ayrı bir gezegene ait gibiydiler. Kendini o gezegenden dışlanmış hissetti. Eskiden "tercihim" dediği şeyleri, şimdi bir zorunluluk gibi yaşamaya başladı. Ağırına gitti bu durum.
Erkek ile kadın, birinin kendini hâlâ genç zannettiği, berikinin ise "aman yaşlanıyorum!" paniğine yakalandığı işte o tuhaf dönemeçte karşılaştılar. Belki bir sene evvel tanışsalardı hiç ayrılmazlardı. Ama bugün durdukları noktada birbirlerini taşımaları imkansızdı.
Erkek kızdı kadına. Onun bir türlü değişemeyişine. Bir midye gibi kabuğuna tutunmasına. Ona sarılmasına. İki kişilik bir dünya yaratmaya kalkıp "esas" dünyayla bağını koparmaya çalışmasına. Kadın kızdı erkeğe. Onun bir türlü değişemeyişine. "Yaşı varmış 40´a, üniversite öğrencisi gibi davranmaya kalkmasına." İkisi de aynı gerekçeyle, yani "değişmiyor" diye terk ettiler birbirlerini...
İkisi de hayali. Ben onları hikâye kahramanlarım olarak kurguladım. Birbirlerine tutunamayanlar....Kurcalar çünkü aklımı, nedendir bir türlü değişemeyişimiz? İnatla aynı kalmalarımız. Tekrarlarımız, hayatı bir sarmal halinde yaşamamız. Senebesene benzer öfkeleri, hasetleri, kırgınlıkları boynumuzda halka gibi taşımamız? Done done tıpatıp aynı hataları yapmamız, yanlış insanlara âşık olmamız. Hep "bile bile lades" kimi sevdalar.
19 Haziran 2011