Thomas Mann dünya edebiyat tarihinin en meşhur dâhilerindendi. 20´li yaşlarının ortalarından itibaren kalemiyle, özgün üslubuyla dikkatleri üzerine çekmişti. 1912 senesinde Almanya´nın önde gelen yazarlarından biri olarak kabul ediliyordu artık. Venedik´te Ölüm´ü yeni yayınlamış, hayli ses getirmişti. Onun edebiyatına dair çok şey yazılıp çizildi bugüne kadar. Ama hakkında pek bilinmeyen bir husus var: Ağabeyini bir ömür boyu deliler gibi kıskandığı. Belki diyeceksiniz ki, "Ne önemi var bu ayrıntının?" Ama malum Şeytan dediğin, ayrıntıda gizlidir. Thomas Mann´ın hayatında ağabeyine beslediği gıpta o kadar başat bir rol oynadı ki yazarın eserlerini, hatta bence politik fikirlerini etkiledi, şekillendirdi.
Ondan 4 yaş büyüktü ağabeyi Henrich Mann. O da bir yazar ve fikir adamıydı. Karizmatikti. Aktivistti. Toplumsal sorunlara duyarlı bir liberaldi. Tanıyanlar onu "alicenap" biri olarak anlatıyor. Öyle ya da böyle, kardeşler arasında hem derin bir muhalefet hem de bitimsiz bir muhabbet vardı. İnişli çıkışlı bir yokuştu onlarınki. Thomas Mann evlendiğinde düğününe ağabeyini davet etmeyecekti.
1931´de ağabey Heinrich, Prusya Sanatlar Akademisi´nin edebiyat bölümünün başkanlığına getirildi. Kendisi için düzenlenen ödül töreninde onu takdim eden konuşmacının ne hikmetse dili sürçtü. "İşte şimdi karşınızda Heinrich Mann," diyeceği yerde "İşte şimdi karşınızda Thomas Mann" deyiverdi. Kardeşler arasındaki o gizli rekabeti alevlendirmek istercesine.
Her ikisinin de hayatında intihar ve yıkım ve kriz süreklilik arz eden temalardı. Kız kardeşleri Carla sık sık depresyona giren duygusal bir kadındı; uyuşturucu bağımlısıydı. Genç yaşta intihar etti. Thomas Mann onun ani ölümü hakkında söylenebilecek en kuru yorumlardan birini yaptı: "Carla´nın bu yaptığı aileye ihanettir." Seneler sonra Heinrich´in çok sevdiği (ve Thomas´ın asla tasvip etmediği) karısı da intihar edecekti.
Thomas ve Heinrich kardeşlerin o kadar çok ortak noktası ve benzer hüznü vardı ki. Belki de bu yüzden birbirlerine tahammül edemeyişleri. Birbirlerinin aynasında kendilerini görmekten kaçışları. Naziler Heinrich Mann´ın kitaplarını toplatıp yaktıklarında Thomas Mann duruma pek içerledi. Neden kendi kitaplarını değil de ağabeyininkileri yakmaya layık görmüşlerdi acaba? Yoksa Heinrich kendisinden daha mı önemliydi?!! Thomas Mann ne kadar başarılı olsa da bir türlü tatmin olmadı; etraftan saygınlık kazansa da ağabeyine yaranamamak onu hep yaraladı.
Üstelik iki kardeş arasında ciddi ideolojik bölünmeler vardı. Thomas Mann Alman milliyetçiliğine sempati duyarken ağabeyi Heinrich aşırı milliyetçiliği hep eleştirdi, bunun yükselen tehlikelerine dikkat çekti. Weimar Dönemi´nin en önemli muhalif seslerinden biri oldu. Bazen Thomas Mann´ın yazılarını okurken sırf ağabeyine inat olsun diye milliyetçiliğe meylettiğini düşünmeden edemiyorum. Peki ya bu durum sadece onlara mahsus değilse? Kişisel hikâyelerimizden ve hezimetlerimizden ötürü politik seçimler yapmak ya zannedilenden daha yaygın bir hal ise?
★
Türkiye´de nicedir ardı arkası kesilmeyen gerilimler, iniş çıkışlar yaşıyoruz. Derin ideolojik bölünmelerden bahsediyor, kısır polemikler içinde kutuplaşmalar üretiyoruz. Ama bazen tüm bu toz duman altında, duygusal ve şahsi konular var gibi geliyor bana. Bunca makro söylemin ardında minik, minicik ayrıntılar...
Bir insanın nasıl bir liberal yahut muhafazakâr olduğunu liberalizm ya da muhafazakârlık belirlemez. O insanın kişiliği belirler. Keza nasıl bir solcu ya da sağcı olduğunu da. Otoriteperver birinin solculuğu da gayet otoriter ve köşeli olur, sağcılığı da. Aslında siyasi çizgilerimizden ziyade, son tahlilde karakterlerimizdir bize ve etrafımıza ve hayatlarımıza damgasını vuran.
O kadar susamışız ki huzura, dinginliğe, bir günümüzü de polemiksiz, tartışmasız geçirmeye. O kadar ihtiyacımız var ki toplumsal barışa ve ahenge. Seçimlerden sonra yepyeni bir sayfa açılacağına dair bir umut yayıldı toplumun nice kesimine. Yapılan konuşmalar bu izlenimi güçlendirdi, iyimserlik havası estirdi. Ama hemen ardından Hatip Dicle´nin vekilliğinin düşmesiyle başlayan süreçle beraber gerginlik nüksetti.
Nedendir hep krizlerle yaşamamız bu canım memlekette? "Sürekli devrim" teorisi vardı bir zamanlar. Bizimki de bir nevi "sürekli kriz hali mi?" Bir yanıyla alışmışız, adeta şerbetlenmişiz gerilimlere, çekişmelere. Öte yandan yoruluyor, yıpranıyor, tükeniyoruz azar azar. Birbirimizin enerjisini törpülüyoruz farkında olmadan. Ve bazen, o kallavi meselelerin, makro temaların ardında kendi kişisel hikâyelerimizin ve yanlış anlamalarımızın yattığını unutuveriyoruz. Tıpkı ortak acılarımız ve arayışlarımız olduğunu ve esasen kardeş olduğumuzu unuttuğumuz gibi. Thomas ve Heinrich Mann gibi...
26 Haziran 2011