. : Duyurular :  Elif Şafak resmi web sitesi: http://www.elifsafak.com.tr / Elif Şafak’ın twitter adresi: http://twitter.com/Elif_Safak / Facebook: http://www.facebook.com/Elif.Shafak
    Elif Şafak´la yeni kitabı ´Şemspare´yi konuştuk. Şafak, yeni bir romana başlamanın sancıları içinde sorularımızı yanıtladı. ´Bence bir Türk yazarın hiç ama hiç politikayla ilgilenmemek...Devamı >>

  Elif Şafak´ın mart başında çıkan yeni romanı "Aşk" kısa sürede en çok okunanlar arasındaki yerini aldı. Şafak önceki romanlarında olduğu gibi yine toplumsal kuralların, geleneklerin, gö...Devamı >>



Yazılar
Hegemonik erkeksiliğin gölge oyuncuları: Sinekli B

Hegemonik erkeksiliğin gölge oyuncuları: Sinekli Bakkal

 

 

“Hanımefendi, bir Müslüman kızı, bir Hıristiyanla evlense ne olur?”

“… Bir şey olmaz. Çünkü kimse nikahlarını kıymaz, çünkü şeriat bırakmaz.”

“Fakat şeriatı dinlemeseler, evlenseler…”

“Mahalleli ikisini de taşa tutar.”

“Fakat Hıristiyan karısı olan Müslüman erkek yok mu?”

“Erkekler başka. O kadarını bilemedin mi?”

 

Erkeklerin “başka” olduğunu gayet iyi bilen Halide Edip Adıvar, “kaderin, Müslüman bir kızın gönlünü bir kafire vermesi” halinde, bu imkansız birlikteliğin pekala mümkün olabileceğini iddia eder; hem de bir Müslüman mahallesinde, Sinekli Bakkal’da.[1] İsmi Rabia olan bu Müslüman kız, tıpkı Aliye (Vurun Kahpeye), Handan (Handan) ya da Zeyno (Kalp Ağrısı) gibi, Halide Edip kadınlarına has güçlü kişiliğiyle romanın çekim merkezidir. Sinekli Bakkal’ın kadın kahramanı kendisini hemcinslerinden keskin hatlarla ayıran özellikleri sayesinde “erkekler dünyasına meydan okurken”; yazarı da, onun aracılığıyla, topluma “başka” bir kadın modeli sunar.

Son yirmi yılın kadın ve toplumsal cinsiyet çalışmaları, böylesi modelleri üreten edebi dünyayı başlı başına bir mücadele alanı olarak görmüştür. Edebiyat, hem nesnesi hem de öznesi olduğu cinsiyet ideolojilerine “görünürlük” kazandırdığı ve dilin mantıksal sınırlamalarının kalktığı noktalarda daha “serbest” hareket etme imkanı sağladığı için, cinsel söylemin iktidarını ve iktidarın cinsel söylemini çözümlemeye çabalayanların gözde çalışma sahalarından biri olagelmiştir.

Edebiyatın çeşitli dallarının, bir yandan toplumsal cinsiyet ideolojilerince yoğrulup, bir yandan da bunların yeniden üretiminde sürekli rol oynarken; aynı zamanda da, söz konusu ideolojik şartlanmaları sorgulamayı mümkün kıldığı vurgulanmıştır. Bu sahada, kimileri Derrida gibi “kadınsı bir yer”den yazmayı ya da Culler gibi “kadın gözüyle okumayı” savunurken; kimileri de, Ellmann gibi, metni yazanın ya da okuyanın değil, metnin cinsiyetine bakmak gerektiğini iddia ederek, Simone de Beauvoir gibi eleştirel feminist kalemlerin yazılarında bile “erkeksi ses”in mevcudiyetini tespit etmiştir (Eagleton [der.], 1994). Ayrıca bu çalışmalarda, sadece ataerkil mekanizmaların, diyelim bir romanda nasıl yankı bulup, yeniden üretildiği üzerinde durulmamış; aynı zamanda, alternatif bir yazı, bir “kadınsı yazı” önerisi de geliştirilmiştir. Sözcüleri arasında Helene Cixous, Madeleine Gagnon, Luce Irigaray, Julia Kristeva,… gibi aykırı düşünürlerin yer aldığı ve ağırlıklı olarak Fransız düşünsel geleneğinden esinlenen bu bakış açısına göre, “… erkeklerin egemenliğini sağlamaya uygun bir dile karşı savaşmak, onun egemenliğini kırmak ve yerine kadınlığa dayanan bir dil, bir écriture féminine yaratmak gerekir” (Moran, 1994).

Halide Edip Adıvar’a gelince, Sinekli Bakkal’da o, “kadınsı yazı”dan ziyade, erkeksi kadın kahraman yaratmayı tercih etmiştir. Buradan hareketle bu yazı, Sinekli Bakkal romanına yön veren Müslüman kız-Hıristiyan erkek ilişkisini, kadınsılık ve erkeksilik kodlarının nasıl ve nerelerde üretildiğine bakarak inceleyecektir.

***

Rabia, çarpıcı bir tezat oluşturan kişiliklerin kısa süren olaylı aşkından dünyaya gelmiştir. Babası, Ramazan geceleri Karagöz oynatan, maskaralıklarıyla herkesi gülmekten kırıp geçiren ve daha on dokuz yaşında dönemin en ünlü zenneleri arasında sayılan Kız Tevfik’tir. Annesi ise, ibadete ve paraya düşkünlüğüyle nam salmış mahalle imamının kızı, hem kendini hem de etrafını mutsuz edecek kadar çatık kaşlı, asık suratlı, kasvet yumağı Emine. Rabia, değil evlenmek, biraraya gelmeleri bile mucize sayılan anne ve babasının hızla boşanmasının ardından, temelini korkudan alan bir İslam anlayışının ateşli temsilcisi olan dedesi tarafından yetiştirilir. Zevkin ve sevincin her türlüsüne karşı “dinmeyen bir kin, affetmeyen bir düşmanlık” besleyen, tekmil haz ya da keyif kaynaklarını günah addeden imamın cemaate aşılamak istediği naslar bıçak gibi keskindir. “İşte bunun için yolunun üstünde gülümsemeler dudaklarda donar, kahkahalar kısılır, çocuklar çil yavrusu gibi dağılır” (s. 15). Ancak Rabia, Sinekli Bakkal’da ikamet eden diğer çocuklar gibi imamı görünce yolunu değiştiremediğinden, daha küçük yaştan itibaren, günahlar ve yasaklarla örülü bir dünyanın ortasında buluverir kendini. Bu yüzden de, yaşıtları bayram salıncaklarının, kukla oyunlarının ve çocuk olmanın tadını çıkarırken, onun zihni cennet ve cehennem tasvirleriyle meşguldür. Ne var ki, dedesi, “Dante’yi solda sıfır bırakacak bir dehşetle” Allah’ın kahr-ı gazabının cehennem yolcularına çektireceği azabı ve gerçek bir mümine olmayı başardığı takdirde cennette nasıl mükafatlandırılacağını anlatadursun, Rabia’nın nazarında cehennem cennetten çok daha çekicidir. İmama benzeyen, kocaman sarıklı, asık suratlı erkeklerle, annesine benzeyen nursuz kadınların biraraya gelerek, makamı uyku getiren ilahiler söyledikleri cennet, pek sıkıcı bir yer olmalıdır.

Rabia’nın sesinin güzelliğinde ve zekasının parlaklığında kârlı bir kazanç kapısı keşfeden imamın onu hafız yapmaya karar vermesiyle birlikte yaşamı yepyeni bir seyir alan çocuk, daha on bir yaşında, İstanbul’un en küçük fakat en yanık sesli hafızı olarak nam salacaktır. Bundan sonra da, şimdiye değin nasıl yaşıtlarından farklı olduysa, adım adım hemcinslerinden farklılaşacaktır. Üstelik bu farklılık, kadınlardan ziyade erkeklerin gözüyle görüldüğünde değer yahut mana kazanıyor olmalıdır ki, Rabia’nın hemcinslerine zerre kadar benzemediğini roman boyunca onunla karşılaşan her erkek ayrı ayrı, uzun uzun dile getirir. Erkekler, “onun konuşmasında, bakışındaki başkalığın, yüzyılların yarattığı yüksek bir medeniyetin eseri olduğunu…” (s.100) kemiklerinde hissederler. Örneğin, Bilal’e göre Rabia, parayla alınan Beyoğlu orospularından değil, ancak nikahla alınabilen kadınlardandır.

Bununla birlikte, kendi kategorisindeki diğer kadınlara da benzemez. Keza, mahallenin külhanilerinden tulumbacıbaşı Sabit, Rabia’ya sataşmaya kalktığında öylesine “erkekçe” bir tepkiyle karşılaşır ki, bu hadiseden sonra bütün adamlarını etrafına toplayıp, Rabia’nın bildikleri kızlara hiç benzemediğini, bundan böyle kimsenin ona saygıda kusur etmeyeceğini ve bu saygının bir nişanesi olarak istisnasız herkesin ona “Rabia abla” diye hitap etmesi gerektiğini ilan eder. Bu kadarla da kalmaz; hem kendisi, hem de adamları, ne zaman Rabia’nın işlettiği bakkal dükkanının önünden geçseler, fare kadar sessiz olmaya gayret ederler. Benzer şekilde, Selim Paşa’ya göre Rabia, kendi konağında görmeye alıştığı, “durmadan cinsiyetini belli eden, cinsiyetini sömürmeye uğraşan kadınlar”dan tamamen başka, bambaşkadır. O, “kalın sesinde, dik kafasında bir erkeğin gücünü, dengesini” taşır. Hangi sınıftan ya da kesimden olursa olsun, romandaki tüm erkeklerin derhal fark ettikleri bu başkalık, bu “erkeksilik”, Rabia’nın fiziksel görünümüne de yansımış olmalıdır ki, vücudu, bir kadın vücudundan çok bir erkeğinkini andırır. Kalçaları tıpkı bir erkek çocuğunki gibi dar, göğüsleri ise göze batmayacak kadar belli belirsiz bir yuvarlaklıktadır. Kısacası, gerek kişiliği gerekse fiziksel görünümüyle Rabia, “Sinekli Bakkal’ın erkek dünyasına meydan okuyan bir bayrak” (s. 87) gibidir.

Şöhreti ve yaşı arttıkça, imamın ve annesinin kıskacından kurtulma fırsatı bulan Rabia, Selim Paşa’nın konağında, yaşamına yön verecek olan insanlarla karşılaşır. İşte tam da bu aşamada Halide Edip Adıvar, imamın korkuya dayalı dindarlığının karşısına alternatif bir İslam anlayışı çıkartmaya başlar.[2] Tamamen aşka dayalı olan ve kıyamet korkusu nedir bilmeyen bu İslam anlayışının romandaki temsilcisi bir Mevlevi dervişi olan Vehbi Dede’dir. Hayatı ilahi bir şaka gibi görüp, kainatı sevecen gözlerle değerlendiren Vehbi Dede’nin bağlı olduğu Mevlevi tekkesi ise, “şakadan anlamayan, gülmeyen ve güldürmeyen bir yaratılış”tan korkan tüm kişiler için adeta bir sığınak vazifesi görmektedir.

Kıyafetinden tavırlarına kadar her şeyiyle öteki hacılardan, hocalardan ayrılan Vehbi Dede’nin ne denli farklı bir insan olduğu, daha Rabia ile ilk karşılaşmalarında açığa çıkar. Bu karşılaşmada, küçük kız alıştığı üzere el öpmek için atıldığında, Vehbi Dede onu büyük bir insan kabul ederek Mevlevi selamı ile selamlar. Vehbi Dede’nin gerek Rabia’da, gerekse okurda bıraktığı bu ilk izlenimin ardından görülür ki, imamın İslam anlayışı nasıl korkuyu ve korkutmayı şiar ediniyorsa, kainatta Hâlik’ın yaratmadığı tek şeyin korku olduğuna inanan dervişin İslam anlayışı da gücünü aşktan almaktadır. Roman boyunca giderek belirginleşecek olan bu tema, Rabia’nın en sıkıntılı anlarında, en yakınlarından şu tavsiyeyi almasına sebep olacaktır: “Yatarken Vehbi Dede’yi düşün. O sana herkesten çok sükun verir. Onun dininde azap, cehennem yok” (s. 294).

Sinekli Bakkal okuru, Vehbi Dede ile tanışmasının hemen ardından, Rabia’nın gönlünü kaptıracağı kafirle, bir İspanyol asilzadesi olan Peregrini ile tanışır. Babasını hiç tanımayan Peregrini’nin hayatına yön ve kişiliğine şekil veren annesi olmuştur; Papa İtalyan olduğu için İtalyan tabiiyetine geçecek kadar koyu bir Katolik olan ve “dinin haricinde hiçbir ihtirasa boyun eğmeyen” annesi. Peregrini ne zaman annesinden bahsetse, kıyaslama yapmaktan kendini alıkoyamaz. “Sen dostum, hiçbir zaman dindar bir Katolik kadının zihniyetini anlayamazsın. Sizin kadınlar daha çok dengeli, daha çok dünya ile ilgilidir” (s. 156). Katolik kadınların dindarlığını marazi bulan Peregrini’nin Müslüman kadınların dindarlığına duyduğu sempati ve saygı, Rabia’yı tanımasıyla daha da pekişecektir.

Geçmişte, annesinin üzerindeki hakimiyeti ne denli büyük olursa olsun, Peregrini’nin rahip olmaya karar vererek manastıra kapanmasında bundan başka sebepler de rol oynamıştır. Zira Peregrini yirmi dört yaşına geldiğinde, yeryüzünde tatmadığı tek bir haz bile kalmadığından emin olacak kadar nefsini doyurmuş, gönlünü eğlendirmiştir. Rahip olduğunda, artık bıkkınlık veren bu süfli hayatın izlerinden ruhunu tamamen arındırabileceğini sanmıştır. Ne var ki, aradığı içsel huzuru manastırda bulamayınca, buradaki hayatı tam manasıyla bir çileye dönüşmüştür. Nihayet, Hıristiyanlıktan soğumasından başka bir işe yaramayan manastır hayatı, zaten bir türlü uyuşamadığı Katolik dünyası tarafından afaroz edilmesiyle noktalanınca, Peregrini de, memleketini ve dinini terk ederek Doğu’ya yönelmiş ve İstanbul’a yerleşmiştir. Bu tebdil-i mekanın sebebini şöyle açıklar: “Batı’nın ruh iklimi bana çok soğuk geldi, doğu ikliminde dinlenme ve şifa arıyorum” (s. 71).

Tam onbeş senedir Müslümanlar arasında, onlardan biri gibi yaşayan Peregrini aradığı şifayı İstanbul’da bulmuş olmalıdır ki, memleketine dönmeyi aklının ucundan bile geçirmez. Zaten o, İstanbul’daki diğer Avrupalı piyano hocalarına hiç mi hiç benzememektedir. “Türkçe’yi Türk gibi söyleyen, doğu felsefesini ve kültürünü İstanbul’da en iyi bilenler arasında sayılan” Peregrini, öteki Hıristiyanlardan ve Batılılardan öylesine farklı ve İslamiyete öylesine yatkındır ki, Vehbi Dede, şu yorumu yapmaktan kendini alıkoyamaz: “Ecdadının İspanyol olduğunu söylüyorsun. Belki Müslümanları İspanya’dan kovdukları zaman Hıristiyan olmuş eski bir Müslüman ailesindensin. Belki de bir gün aslına dönecek, Müslüman olacaksın!” (s.157). Anlaşılan Vehbi Dede’nin bu sözleri, Peregrini’yi uzaktan yakından tanıyan ve tanıdıkça onun gerçek kimliğinden daha çok kuşku duyan hemen herkesin hislerine tercüman olmaktadır.

Rabia’nın Vehbi Dede ile tanışmasında olduğu gibi, Peregrini ile tanışmasında da bir “el öpme krizi” yaşanır. Bu sefer, Peregrini tokalaşmak için elini uzattığında, “kız, belki her uzatılan eli öpmeye alışık olmasından, belki el sıkmak adetini bilmemesinden, belki de Peregrini’nin pürüzsüz Türkçesinden onu Müslüman sanmasından … (s.49)” uzatılan eli öpüp başına koyar. Rabia’nın bu “alaturka” hareketi, Batı yanlısı Hilmi ve arkadaşlarının yarı alaycı tepkisine yol açarken, Peregrini’nin bir hayli hoşuna gider. Zira böylelikle Peregrini, bu kızın, ders verdiği alafranga zengin kız çocuklarından tamamen farklı bir dünyası olduğunu kavramıştır. “Onların hepsi Avrupa çocuklarının saman kağıdı kopyası gibi idiler; halbuki bu kız, arkasındaki üç sıkı kumral örgüsüyle, açık yüzüyle nohudi yemenisiyle İstanbul şehrinin, medeniyetinin, kültürünün yüzyıllar süren gelişmesinin vücuda getirdiği yerli bir örnek!” (s.50).

Peregrini’nin bu “yerli” kızı beğenmesi, babasının gözünde “Kafiristandan esen bir rüzgara kafasını kaptıran bir fırıldak” olan Hilmi’yi ve onun, en az kendisi kadar Batı yanlısı arkadaşlarını büyük bir şaşkınlığa düşürür. Ne de olsa onlar, Hıristiyan alemini reddederek ve onun tarafından reddedilerek İstanbul’a yerleşen bu asilzadenin dinsizliğini kendilerine örnek almakta, din ile gericiliği bir tutmaktadırlar. “Türk diyarında her değişikliğe, her ileri atılışa dindarları engel gördükleri için kendilerini din baskısından kurtulmuş sayan” bu gençler, Peregrini’yi en çok dinsizliğinden ötürü sevmektedirler. Oysa aslında, “din bir kere insanın kanına girdiği takdirde bir daha çıkmayacağından”, Peregrini de din lakırdısı işitmeye, etrafında dindarları görmeye bayılır. Aynı Peregrini, küçük hafız Kuran okurken adeta büyülenir. Bu dakikadan itibaren de, Rabia’nın dünyasını keşfedebilmek için can atacağından, öncelikle kızın okuduğu ayetlerin manasını öğrenmek ister.

“Rab, meleklere, biz dünyaya hakim olacak birini (adem) göndereceğiz, dediği zaman onlar, biz senin kudsiyetini ilâ, hamdüsena ile meşgulken, sen oraya fitne ika edecek, kan dökecek bir kimse mi gönderiyorsun, dediler.”

Ayetin mealini dikkatle dinleyen Peregrini, adeta bir itirafta bulunurcasına, “beni Allah’ımdan, ruhbaniyetten ve manastırdan ayıran işte meleklerin bu mantığı, bu itirazı olmuştur” (s. 51) der. Burada, Vehbi Dede ile mahalle imamının kişiliklerinde somutlaşan



 

[1] Bugüne kadar 36 baskısı yapılan Sinekli Bakkal, ilk kez The Clown and His Daughter ismiyle 1935’te Londra’da yayınlandı. Türkçe ilk baskısı 1936’da yapıldı. 1942’de CHP roman ödülünü kazanan Sinekli Bakkal, Fransızcaya, İspanyolcaya, Sırpçaya ve Finceye çevrildi. 1968’de filmi yapılan, 1975’te de televizyon için ikinci kez filme alınan romanın bu yazıda geçen tüm alıntıları 1996 baskısına aittir. (Sinekli Bakkal, Atlas Kitabevi, 1996, İstanbul.)

[2] Halide Edip Adıvar’ın bu alternatif İslam anlayışını nasıl ve niçin sahiplendiğini görmek, onun, Kemalist rejimin din politikalarına yönelik eleştirilerini daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir. Bilindiği gibi, Halide Edip hükümetin dini denetlemesinden büyük rahatsızlık duymuştur. Burada, bu rahatsızlığı açığa çıkartan iki örnek verilebilir. Birincisi, 1922’de 7 İstanbul gazetecisi ve Adnan Adıvar ile birlikte, Gazi Mustafa Kemal’e hilafetin ilgası hakkındaki çekincelerini anlatmasıdır (Yalman, 1997: 910). İkincisi, Halide Edip’in, Güz-1929’da Yale Review’da çıkan ve bu konudaki eleştirilerini daha derinlemesine ifade ettiği “Türkiye’de Diktatörlük ve Reformlar” başlıklı makalesidir. Bu makalede, “Türklerin sonunda Kaesar’ın ya da devletin hakkı olan şeyleri teslim ettiklerini”, ancak “devletin Tanrı’nın hakkı olan şeyleri hâlâ elinde tutmasının”, hükümetin dine karışmasının ne denli tehlikeli ve yanlış olabileceğini belirtmiştir (Tunçay, 1989: 221).

 

 

 

 

Toplum ve Bilim, Sayı 81, 1999

 

 

 

İzlenme : 7948
Geri Dönmek İçin Tıklayın
www.elifsafak.com.tr      :                                                         © 2006 - 2024 www.elifsafak.us