. : Duyurular :  Elif Şafak resmi web sitesi: http://www.elifsafak.com.tr / Elif Şafak’ın twitter adresi: http://twitter.com/Elif_Safak / Facebook: http://www.facebook.com/Elif.Shafak
    Elif Şafak´la yeni kitabı ´Şemspare´yi konuştuk. Şafak, yeni bir romana başlamanın sancıları içinde sorularımızı yanıtladı. ´Bence bir Türk yazarın hiç ama hiç politikayla ilgilenmemek...Devamı >>

  Elif Şafak´ın mart başında çıkan yeni romanı "Aşk" kısa sürede en çok okunanlar arasındaki yerini aldı. Şafak önceki romanlarında olduğu gibi yine toplumsal kuralların, geleneklerin, gö...Devamı >>



Yazılar
Çatalhöyük’ün Tanrıçası

Yakın zamanda evimi taşımaya karar verdiğimden veri, elime geçen tüm eşyaları büyük, hantal kutulara yığıyorum. Gerçi henüz yeni bir yer bulamadığım gibi, tam olarak taşınıp taşınamayacağımdan da emin değilim. Ama bir süredir, böyle her an kalkıp gidebilirmişim hissiyle yaşamak hoşuma gidiyor. Sökülen dolaplardan çıkan ve ortalığı savaş meydanına çeviren ıvır zıvır yığınını evin tek odasında üst üste yığıp, geri kalanları da mutfağa istiflediğim için ortada yatak odası, koridor, salon gibi bölümler kalmadı. Böylelikle kendiliğinden, aynı evin içinde yan yana büyüyen ama birbirine müdahale etmeyen iki ayrı mekan gelişti. Bir tarafta, lüzumlu lüzumsuz onlarca nesnesi ve olanca kirliliği, dağınıklığı, karmaşıklığıyla "dünyevi" bölüm var. Öbür tarafta ise, çalışmak için kullandığım temiz, düzenli ve basit "ruhani" kısım...

 

Taşınma faaliyetleri esnasında elime geçen eşyalardan biri de tombul bir tanrıça. Bu heykelciğin orijinali, 1958 yılında James Mellaart tarafından saptanan dünyanın en eski şehri Çatalhöyük ten çıkarılmıştı. Mellaart, 1960 ların başlarında sürdürdüğü kazılardan elde ettiklerine bakarak, bu bölgede bir Ana Tanrıça kültünün egemen olduğu sonucuna varmıştı. Takip eden yıllar boyunca, çeşitli uzmanlık alanlarından pek çok kişi, anaerkillik-anahanlık-anasoyluluk-politeizm gibi kavramlar ekseninde dönen savlarla, Mellaart ın haklılığını sorguladı. 40 yıl sonra, alternatif inanç sistemlerinin ve dünya görüşlerinin kendilerine hem tarihten-tarihöncesinden hem de mitolojiden dayanaklar aradığı günümüz dünyasında bu tartışma canlılığını halen korumakta.

 

Bütün bu tartışmalar boyunca, Çatalhöyük te egemen inanç sisteminin merkezinde Ana Tanrıçalık olduğunu iddia edenlerin iki temel dayanağı vardı: Kazılar sırasında bulunan figürler ve evler. Figürlerin içinde özellikle bir tanesi oldukça dikkat çekiciydi. Bu, oturduğu tahtın her iki yanında leoparlar bulunan, çıplak, tombul ve heybetli bir kadın heykelciğiydi. Kadının elleri yanındaki leoparların boynunda dinlenirken, leoparların kuyrukları da arkadan onun omuzlarına değmekteydi. Tanrıça kültünün varlığına ve üstünlüğüne inananlar, bu ve buna benzer heykelciklerden hareketle, Çatalhöyük ün Ana Tanrıçasının, paleolitik dönemlerde öne çıkan ve tüm canlıların koruyucusu addedilen Büyük Anne nin ardılı olabileceğini belirttiler. Bu bakışa göre, Çatalhöyük ün Ana Tanrıçası, belli bir zamana ya da coğrafyaya aitmişçesine tek başına değil; kökeni insanlığın ilk dönemlerine kadar uzanan ve çağlar boyunca şekil ve isim değiştirerek bir kuşaktan bir kuşağa devredilen, bir kültürden bir kültüre geçen tanrıçalar silsilesi içinde değerlendirilmeliydi. Ancak böyle yapıldığı takdirde, benzer temaların nasıl farklı zaman ve coğrafyalarda tekrar ve tekrar karşımıza çıkmakta olduğunu görebilirdik. Örneğin, evcimen kadın ile evcilleştirilmiş doğa arasındaki sıkı ve “gizemli” bağ bu temalar arasında en çok yinelenenlerden biriydi. Tıpkı selefi gibi, Kibele de hayvanların koruyucusu olarak görülmüş ve bilhassa aslanlarla birlikte resmedilmişti. Inana ve aslanları, Artemis ve tazıları, Athena ve baykuşu, Girit in yılan tanrıçası, Rhiannon ve kuşları ya da kraliçe arı şeklinde tasvir edilen Demeter... hepsinden doğa-kadın bağlantısının yansımalarına rastlamak mümkündü. Bu tema, cadılıkla itham edilen kadınlarla, melun addedilen çeşitli hayvanlar arasında uğursuz bir dayanışma olduğuna inanıldığı dönemlerde, alaşağı edilmiş bir halde de olsa tekrar ortaya çıkacaktı.

 

Tanrıça kültünün böylesine yoğun tartışmaların konusu olmasının sebebi, meselenin sadece inanç düzeyinde kalmayıp, belli bir dünya görüşüyle de elele gelişmesiydi. Ne de olsa, insanın nasıl bir tanrıya inandığıyla, ölümden ne anlayıp yaşamı nasıl sürdürdüğü arasında doğrudan bir ilişki vardı. İşte bu noktada, Ana Tanrıça kültüyle birlikte gelişen toplumsal düzene işaret edildi. Daha sonra ortaya çıkan pek çok yerleşim yerinin aksine, Çatalhöyük surlarla çevrilmemiş, şiddete karşı şerbetlenmemişti. Hemen hemen bütün evler aşağı yukarı aynı boy ve büyüklükte olduğundan, alışageldiğimiz türden bir toplumsal hiyerarşinin burada mevcut olmadığı sonucuna varılabilirdi. Evlere yukarıdan girip çıkıldığı ve damdan dama geçildiği için bu şehirde sokak yoktu; dolayısıyla, bugünkü gibi özel alandan yalıtılıp erkeklere bahşedilmiş bir kamusal alan da yoktu. Evlerin altına gömülmüş kemiklere bakılırsa, ölüler, yaşayanların dünyasından dışlanmıyor, toplumun dışında ayrı bir mekana tıkılmıyorlardı. Benzer şekilde, evlerin bir kısmının öteki kısmından çok daha temiz tutulmasına bakılırsa, yaşanılan mekan, biri daha dünyevi, diğeri daha uhrevi iki alanı aynı anda kapsıyordu. Bu iç içe geçmişlik, kadınlık ve erkeklik sembollerinin harmanlanışında da kendini gösteriyordu. Bulunan tanrıça figürlerinden pek çoğunun fallik bir şekle sahip olması ve çeşitli nesnelerde her iki cinsi de çağrıştıracak sembollerin karıştırılarak kullanılması, Çatalhöyük sakinlerinin kadınlık ve erkeklik rollerini birbirlerinden belirgin hatlarla ayırmadıklarını düşündürtüyordu.

 

Konuyla ilgilenenler arasında meseleyi daha da ileri götüreler oldu. Çatalhöyük teki evlerde dünyevi ile uhrevi olanın iç içe geçmesi, şehirde özel-kamusal alan ayrımının olmaması, erkeklik ve kadınlık simgelerinin harmanlanışı, ölüler ile yaşayanlar dünyasının birlikteliği... hepsi, dünyanın en eski şehrinde sürdürülen hayatın bugünkünden çok daha az dışlayıcı ve ayrımcı olduğunu gösteriyordu. Öyleyse Çatalhöyük bugünün dünyası için bir model olarak alınabilirdi. Bu şekilde, kategoriler arasında örmeye alıştığımız bendleri yıkabilir; farklı farklı zihinsel, sanatsal uğraşların ve hatta tüm yaşamsal faaliyetlerin özgürce birbirine karışmasına izin verebilirdik. Böyle bir iddiadan hareketle feminist literatürde, hep "tarafsız" ağızdan okumaya alıştığımız akademik yazıların içine birinci tekil şahıs görüşleri sızdırarak nesnel bilgilerle öznel tecrübeleri beraber yoğurmaya çalışan bir yazın tarzı gelişti.

 

Böylelikle Çatalhöyük şehri sadece Ana Tanrıça inancının merkezi olarak değil; barışçıl, eşitlikçi, bütüncül bir toplumsal sistemin de en eski örneği kabul edildi. Fikir yeterince heyecan vericiydi ve Mellaart ın keşiflerinden bu yana, dünyanın başka başka yerlerinden, çoğu kadın çok sayıda ziyaretçi Konya yı ziyaret etti. Bu ziyaretçilerin alternatif bir hac yolculuğuna çıktıklarını düşünenler de oldu, ayışığı altında taşların etrafında dönemeye gelen kaçık karılar olduklarını da. İşin tuhaf yanı, farklı farklı milletlerden ve cemiyetlerden insanları bünyesinde toplayan Ana Tanrıça Hareketi, konuyla ilgili yayınlar yapıp geziler düzenlerken, internet üzerinden örgütlenip başka benzer gruplarla temas kurarken, Türkiye de konuyla ilgilenenlerin sayısının parmakla sayılacak kadar az olmasıydı.

 

Öte yandan, tartışmanın karşı kanadında yer alanların da güçlü savları vardı. Her şeyden önce, bugün dolaşımda olan Ana Tanrıça hayranlığının, 19. Yüzyıl Romantizminden devralınmış ve fazlasıyla abartılıp çarpıtılmış olduğu ileri sürüldü. Som ve üstün bir Ana Tanrıça kültünün varlığından şüphe duyan arkeologların itibar etmediği "anaerkillik" gibi kavramların kullanımı, daha ziyade, feminist hareketin akademi dışında mevzilenmiş cenahıyla sınırlı kaldı. Uzmanlar tarafından sıkça dile getirildiği gibi, aslolan, bugünün kavgalarını geçmiş uygarlıklar üzerinden yapmak değil, o uygarlıkları anlayabilmekti. Dolayısıyla sorulması gereken temel sorulardan biri, Çatalhöyük sakinlerinin neden böyle heykeller yapıp sakladıklarıydı.

 

Masamın üzerindeki tombul tanrıça heykeline bakıyorum. Neden böyle bir heykelciğe sahibim? Neden yaşadığım hayatın tamamen dışından gelen bu figürü seviyor ve saklıyorum? Doğrusu, gündelik yaşamım içinde, çırılçıplak, yağ tulumu gibi bir kadının gayet vakur; tahta kurulup, yanındaki leoparları okşayabileceğini gözümün önüne bile getiremiyorum. Çıplaklığı ayıp, şişmanlığı utanç ile özdeşleştiren, doğayı hizmetine koşmakta ısrar ve inat eden; es kaza tahta oturabilmiş bir kadının olsa olsa fesat kumkuması, entrikacı bir geçmiş zaman cariyesi olacağını düşünen, kadınlık ve erkeklik rollerini tıpkı bir evin odaları gibi işlevlerine göre bölerek, ayrı ayrı düzenleyen; yaşamdan ölümü, ölümden yaşamı tekme tokat dışlayan; sokakları, sanrıları ve saplantıları bol olan bir toplumda büyüyüp yetiştiğim için herhalde bu küçük heykelcikte bir garabet görüyorum. Ve aynı sebepten ötürü onu önemsiyorum. Dünyanın her zaman böyle olmayıp zaman içinde değiştiğini ve dolayısıyla tekrar değişebileceğini bizzat gösterdiği; bir başka toplumsal düzene duyulan özlemi bedeninde cisimleştirip, olmayacak dualara amin dedirtebildiği; küçük cüssesinden beklenmeyecek kadar irikıyım tartışmalara ilham verip, dünyanın her yerindeki kaçık kadınlara hitap ettiği ve işte bu kadar acaip olduğu için...

 

 

 

 

Sanat Dünyamız, Sayı 80, Yaz 2000

 

İzlenme : 6330
Geri Dönmek İçin Tıklayın
www.elifsafak.com.tr      :                                                         © 2006 - 2024 www.elifsafak.us