. : Duyurular :  Elif Şafak resmi web sitesi: http://www.elifsafak.com.tr / Elif Şafak’ın twitter adresi: http://twitter.com/Elif_Safak / Facebook: http://www.facebook.com/Elif.Shafak
    Elif Şafak´la yeni kitabı ´Şemspare´yi konuştuk. Şafak, yeni bir romana başlamanın sancıları içinde sorularımızı yanıtladı. ´Bence bir Türk yazarın hiç ama hiç politikayla ilgilenmemek...Devamı >>

  Elif Şafak´ın mart başında çıkan yeni romanı "Aşk" kısa sürede en çok okunanlar arasındaki yerini aldı. Şafak önceki romanlarında olduğu gibi yine toplumsal kuralların, geleneklerin, gö...Devamı >>



Yazılar
TEVAZU: Meziyet mi eziyet mi?

 

Seneler, uzun seneler evveldi. İstanbul´a yeni gelmiştim. Yirmili yaşlarımın başları. Pinhan çıkmış. Şehrin Aynalarını henüz yazmaya başlamışım. Daha Mahrem yok ortada. Ben her zamanki gibi kaotik ve mütereddit kendimi aramaktayım. Üniversite bitmiş ama öğrencilik halim devam etmekte. "Bilenler"den değil, "öğrenenler"denim. İstiyorum ki, öğrenmeye hep devam edeyim.... Yazıyorum, her şeye rağmen, en başta da kendime rağmen yazıyorum deli gibi. Bazen yemeyi içmeyi unutuyor, kendimi hırpalıyorum, sırf iki satır daha fazla yazayım diye. Niye roman yazdığımı soranlara cevap veremiyorum. Nereden bileyim? İnsan durup dururken "Ben acaba niye nefes alıyorum?" diye düşünür mü? Ben de "sahi neden yazıyorum?" diye düşünmüyorum. Roman denilen, başlı başına bir hayal adası benim için. Her fırsatta oraya kaçıyorum. Orada soluk alıyorum. Renkler daha bir canlı o âlemde, insanlar daha hakiki geliyor nedense.

 

İstanbul koca şehir. Deligüzel şehir. İstanbul bir hatun kişi. Kırk evlilikten boşanmış bakire. Yaşlanmayan ter-ü taze. Enerjisini hiç kaybetmeyen devr-i daim. Habire yeni insanlar, yeni göçler, yeni hikâyelerle besliyoruz onu. Açmış kocaman ağzını, kürek kürek hikâyeler atıyoruz içeri, çiğnemeden yutuyor afiyetle, İstanbul´a yeni gelmişim ya, o günlerde her şey başka görünüyor gözüme. Olduğundan daha büyük, daha renkli. Burası ne Ankara´ya benziyor, ne Madrid´e, Amman´a, Köln´e. Bu şehir hiçbir yere benzemiyor. Ve ben geziyorum sokaklarını, mekânlarını. Bir çocuk merakıyla açılmış gözlerim. Gökkubbenin altında ne çok aşk, ne çok kalp yarası var, henüz bilmiyorum. İstanbul yazarların, şairlerin şehri. Edebiyatın kalbi tıp tıp atıyor burada. Kimler geçmiş bu sokaklardan? Kimler kelimelerini miras bırakmış geride? Hüseyin Rahmi Gürpınar´ın, Sait Faik´in, Sevgi Soysal´ın, Necip Fazıl´ın, Nazım Hikmet´in, Oğuz Atay´ın şehrin kaldırımlarında bıraktıkları ayak izlerini görmeye çalışırcasına dikkatle bakıyorum etrafıma. Bu şehre sonradan gelen, dışarıdan gelen her acemi ve azimli sanatçı gibi o günlerde ben de sırılsıklam âşıktım İstanbul´a. Uzaktan ismen bildiğim, eserlerinden tanıdığım çağdaş edebiyatçıları bilhassa merak ediyordum. Nasıl insanlardı acaba? Nerelerde takılıyor, nasıl giyiniyor, neler konuşuyorlardı? Her çaylak edebiyatsever gibi ben de iyi yazarların iyi insanlar olduklarını zannediyordum. Zannediyordum ki, şiirini pek beğendiğim bir adamın ya da kitabını çok sevdiğim bir kadının gönlünü de aynen öyle ferah ve berrak bulacağım. Kelime cambazı, mana sultanı insanların kalben dar olabilecekleri ihtimali aklımın ucundan bile geçmiyordu.

 

Halbuki dünya edebiyatı tam ters örneklerle dolu. Bir bakıyorsun bir yazar harikulade bir roman çıkarmış ortaya. Ya da bir şair gürül gürül akan bir şiir kitabı kaleme almış. Eser sahibinin olgun ve özel bir insan olduğunu zannediyorsun. Oysa tanışınca "Tanışmaz olaydım" diyorsun. "Keşke hep öyle kalsaydı zihnimde, hep öyle uzak, bozulmadan." Yazı ile yazar aynı şey değil.

 

Bense o günlerde bunları bilmiyorum henüz. Derken bir edebiyat paneline konuşmacı olarak davet ediliyorum. Bir heyecan, bir sevinç bende. Yürek pır pır. Konuşma yapacağım için değil, saygı duyduğum ve benden hayli yaşlı bazı yazarlarla ortak bir edebiyat sohbetinde buluşacağım için. Tanışacağız, konuşacağız, ne güzel. Tüyden hafif, çaylaktan çaylak gidiyorum panele.

 

Tebessümle "Merhaba" diyorum öteki konuşmacılara. En yaşlı olan şöyle bir süzüyor beni, öteki soğuk bir selamla yetiniyor. Bakıyorum, sadece bana değil bu tutum. Birbirlerine de böyle davranıyorlar. Anlam veremiyorum. Panel boyunca bir gerilim, bir sevgisizlik, bir iğnelemedir gidiyor. Sanki işimiz hikâye anlatma sanatı değil, dünyayı kurtarmak. Kendimizi fazla ciddiye aldığımızı düşünmeden edemiyor, fikirlerimi kendime saklıyorum. Yanımda oturan bir başka konuşmacı yazar bir ara kulağıma eğilerek fısıldıyor: "Aldırma sen bunların hallerine." "İyi ama neden herkes birbirine ters davranıyor?" diye soruyorum.

 

İçini çekiyor. "Bizim çevre biraz hoyrattır. Kimse kimseyi sevmez. Ama en çok da tevazudan hoşlanmayız. Sakın ola mütevazı olma."

 

O günden bu yana tam on beş sene geçti. Benzer bir nasihati başkalarından da işittim. "Aman mütevazı olma." Halbuki dönüp de yaptığım hatalara baktığımda hep "kibir"den olduğunu görüyorum. Ne zamanki tevazuyu unutmuşum, ihmal etmişim yüreğim küçülmüş. Ne zamanki kibirden ve kendini beğenmişlikten uzak durmuşum, yüreğim ve zihnim ve dahi hayal gücüm genişlemiş. Dünyayı da insanlığı da daha iyi anlamış, daha çok sevmişim.

 

Bu yakınlarda bir gazetecinin yönelttiği bir soru bu eski hatırayı canlandırdı. "Yeni yazarlara ne tavsiyeniz olur acaba?" diye sordu gazeteci.

 

Tavsiyede bulunmak haddim değil. Zaten herkes son tahlilde kendi yolunu seçer, her nehir kendi yatağından akar, biliyorum. Ama bir şeyi eklemeden edemedim bu sefer. "Tevazuyu elden bırakmasınlar. Bırakmayalım. Hiçbirimiz. Kibirin olduğu yerde mütevazı, doğrularla dogmaların karıştığı yerde mütereddit, çatık kaşlar arasında mütebessim olalım."

 

11 Nisan 2010

 

İzlenme : 3216
Geri Dönmek İçin Tıklayın
www.elifsafak.com.tr      :                                                         © 2006 - 2024 www.elifsafak.us